AZMAKLAR KURUR

Hamdi Topçuoğlu 29/08/2017 - 13:45:06

bugün günlerden Oktay Akbal. Onun için bugün Akyaka’da bir anma etkinliği var. Ne zamandır planlamış olsam da yine ıvır zıvır işlerden orada olamayacağım. Oysa şimdi Akyaka’da olmak, hem Oktay Akbal’ı anmak hem da azmak kıyısında ekmek arası balık yemek vardı.

Yıl 1981 Hürriyet Gösteri Dergisinin genç şairler için düzenlediği yarışmada 3.lük ödülünü kazanan “Acemi Yaz” adlı uzun şiirimin bir yerinde Gökova, Akyaka- Sakar anlatmıştım:

"Ne zaman Sakar’a varsam içim ürperir. Denizin mavisi, ağacın yeşili amansız bir koşuya başlar benliğimde. Sanırım imbat, Sirenelerin şarkılarını söyler bana. Bir solukta varmak, ulaşmak isterim denizin dudağına. Bırakasım gelir kendimi boşluğa. Dünden yarına bir ses, canlar canı Balıkçı söyler benim yerime:
“ Cova nerde,cennet nerde”

Gökova, benim için de bir yeryüzü cennetiydi. Sakar, düş uçurumları, Akyaka da deniz anneyle dağ babanın kucağında uyuyan bir bebek.

Yıllar önce, bir grup öğrencimle gecesi Akyaka’da Hamdi Yücel Gürsoy’un Nail Çakırhan’ın ellerinden, bilgeliğinden çıkan otelinde konaklamıştık.

Serin bahar sabahlarından biriydi. Kahvaltıdan sonra öğrencilerime:

Geliniz, sizi bir büyük insanla tanıştırayım.” dedim.

Nail Çakırhan’dı o büyük insan. Bizi evinin kapısında karşılamış, Ula mimarisini ve evinin özelliklerini öğrencilerimize üşenmeden anlatmıştı.

İnanıyorum ki o gün öğrencilerim, Nail Çakırhan’dan mutlu, huzurlu ve kolay bir yaşam için ev – çevre uyumunun önemini çok iyi öğrenmişlerdi.

Bana göre Akyaka mimarisi, geleneksel Ula mimarisinin Nail Çakırhan elinde yeniden hayat bulmuş halidir. Özgündür; doğayla öylesine bütünleşmiştir ki kendinizi asla dağlardan, denizden, azmaklardan kopuk hissetmezsiniz.

***
İlk gençliğimde bir kış Muğla’ya gitmiştik. Akçova’dan geçip tepeyi tırmanınca gördüğüm manzarayla şaşkına dönmüştüm. Yazın tütün işlenen tarlalar, damlar su altındaydı. Karabağlar’ın Düğerek’in de kışları su altında kaldığını öğrendiğimde, şaşkınlığım daha da artmıştı.

Muğla kışları göl kentiydi.

Peki ya bunca su yazları nereye giderdi?

Gökova’ya, azmaklara!” demişti Gülsiye anne.

Azmaklar, Gökova…

Eliyle şimdiki üniversite kampüsünün bulunduğu yamaçları işaret ederek;

Dağların ardı denizdir. Derler ki bu sular, yeraltı ırmaklarına karışır ve sonra Gökova’da çakır sular olarak yeniden toprak üstüne çıkar. Döne dolaşa denize akar. O sulara azmak derler.”

Azmak sözcüğünün bu anlamını ilk kez böyle öğrenmiştim.


 

***

 

Akyaka’yı görmek için yirmili yaşları beklemem gerekecekti.

O bir yanı uçurum yollardan, bugün bile inerken yaşadığım hayranlık mı, korku mu, heyecan mıydı, bilemem. Bana göre on bir yaşında geçmeye başladığım Gökbel’in üç yüz altmış dönemeci, Sakar dönemeçleri yanında uçak pisti sayılır. Bir zirvesindesiniz, bir denizin dudağında. Ova her dem yeşildir, dağlar yeşil, deniz masmavi. Ovayı enlemesine kesen koyu yeşil çizginin bir hıyaban olduğunu içine dalınca anlarsınız.

Onlar Vali Recai Güreli’nin okaliptüsleridir. Vali bey bataklığı kurutmak, Marmaris yolunu sellerden korumak için diktirmiş bu ağaçları.” Marmarisli şoförler size biraz de gururla anlatırlardı bu güzel yolu.


 

Eğer dünya bir yeryüzü sofrasıysa, Ege onun pastası, Gökova pastanın kreması; Akyaka da krokanıdır.


 

***
"Akyaka’da denize girilir mi?"


 

"Ben girmem, seyrederim. Ben, Akyaka’da suya şiir yazarım. Azmaklarda su billurdur. Bir tekneye atlamak ve azmaklarda dolaşmak kuşları, balıkları seyretmek bana her şeyden da büyük haz verir.


 

Su azmaklarda candır. Su bize erdemi; su bize hayata hayat katmayı anlatır azmaklarda.


 

Azmaklarda ne şair olmanıza, ne filozof olmanıza gerek vardır. Elinize kalemi alın, o yazacaktır.


 

Bir ırmaktan bir tas su alsam
Elimi yüzümü yusam
Irmak akar gider denize
Ben arınır mıyım bilmem


 

İnsanoğlu ne garip! Birilerinin elini bile sokmaya kıyamadığı suya, birileri çöpünü atıyor.


 

Bir ırmaktan bir tas su alsam
İçsem kana kana
Irmak nice cana, can suyudur
Benim susuzluğum geçer mi bilmem.


 

Birilerinin içsem kanmam dediği suyun içine, mabat düşkünü kimileri, kazıklar çakıp lokantalar yapıyor.


 

Bıraksam kendimi bir ırmağın sularına 
Buhar olsam, bulut olsam...
Yağmur olup dönsem aslıma 
Beni de götürür mü denizine bilmem.


 

Suya gem vurmaya kalkıyor gelecek hırsızları. İşleri güçleri para:


 

"Hu diyorum hu
Bu dünya neden böylesine ağır
Çöpten diyor içimdeki bir ses
Kimileri cennet uğruna
Ruhlarının çöpünü
Bu dünya cennetlerine bırakıp da gidiyorlar."


 

"Azmaklar da kurur!" diyor isyan sesim. Muğla’nın kış gölleri betonla dolar, Sakar yeşilini, yitirir. Gökova çölova olur.


 

Nedense aklıma Okluk ilişiyor.


 

Bir şimşek yay çiziyor Gökova'dan Harran'a .


 

"Ah sen Şuayp şehrinin dut ağacı. Metruk mağaralar şehrinde ne kadar da yalnız, ne kadar da garipsin."


 

Ne kadar da hızlı şarklılaşıyoruz.”


 

Ne kadar da ganimet kültürüyle yüklü genlerimiz.”


 

Ey Mevlana! Yüzlerce yıl sonra itiraf ediyorum:


 

Sen haklısın. Evet, evet! Biz yıkıcıyız. Nerede bir güzellik görsek çöl çekirgeleri gibi saldırıyoruz.”


 

Dilimde yine Gökova dizeleri:


 

Mavgoşa kuzeyli dilber
Git Chopin’den bir mazurka dinle!
Gözlerini bana bırak.
Götürme ne olur Gökova’nın mavisini! "

İçimde bir hançer. Ne yana baksam çaresizlik.


 

Şimdi varsam Akyaka’nın yaşayan bilgesi Şadan Gökovalı’ya desem ki;


 

“ Üstat, ya bu nedir?”


 

Bilirim bana o da Aristo gibi yanıt verecektir:


 

Zafer ya da hiç.”