Sosyal medyanın dili ve bu dildeki biz!

Nevzat Çağlar Tüfekçi 28/10/2016 - 09:48:03

Facebook’ta, “Facebook arkadaşlarıma açık mektup” başlıklı bir yazı yayınlamış, grup arkadaşların paylaşımlara fazla ortak olmadığını dile getirmiş ve arkadaşların, paylaşımlarımıza olumlu ya da olumsuz tepki vermesi gerektiğini savunmuştum. Konuyu bilimsel gözle incelemesi için hemşerimiz Gazi Üniversitesi İletişim Fakültesi Araştırma Görevlisi Ali Gençoğlu’ndan ricada bulundum. İşte yazısı:

‘Dostum Nevzat’ın facebook üzerinden paylaştığı açık mektup ve altındaki yorumlarla gelişen, neredeyse online bir foruma dönüşen tartışma bana 21.yüzyıldaki insan tipinin sosyal medyayla, iletişimle, kapitalizmle ve hızla olan ilişkisi açısından oldukça kışkırtıcı bir örnek olarak gözüktü. Nevzat’ın söylediği şuydu; yaptığı paylaşımlarla alakalı görüş belirtmeyen, sadece “beğen” butonunu kullanıp geçen, “gerçek” bir arkadaş gibi karşılıklı fikir jimnastiğine girişmediği, kendi tabiriyle sese kulak vermeyen, birbirine dokunmayan facebook arkadaşlarını zaman zaman listesinden temizlemekteydi. Bunun üzerine paylaşıma yapılan yorumlar aracılığıyla benzer durumdan yakınanlardan, bu durumun artık normal olduğunu savunanlara kadar geniş bir yelpazede tartışma devam etti.

Postmodern olarak tanımlanan günümüz kapitalizminin iletişimle olan ilişkisi üzerine kafa yoran sosyologlar hep yok oluştan bahsederler. Bu toplumlarda birçok şey artık parçalanmakta, yok olmakta, ölmektedir. Ölen şeylerden biri de hislerdir. Özellikle Paul Virilio kapitalizmin hız tutkusunun hissin ölümüyle sonuçlandığını iddia eder. Hissin ölümü günümüz toplumlarında en çok medya yoluyla işleyen bir mekanizmadır. Örneğin Suriye’deki savaş birçok insan için haber kanallarındaki altyazılardır. Kimse bir Suriyeliye Nevzat’ın dediği gibi dokunmadı, onun sesine kulak vermedi, gerçek acıyı hissetmedi mesela. Keza his deyince akla gelen ilk şey “aşk”ın evlendirme programlarıyla temaşaya dönen ve döndükçe de efsanelere konu olan derinliğini yitirmesi. Belki de müstakbel çiftin karşılıklı oturup birbirine “dokunmadan” atışmasının tam da böyle bir anlamı vardır. Ben Nevzat’ın bu telaşını oldukça anlamlı buluyorum. Ancak herşeyin hız üzerine kurulduğu ve insanların her farklı günde aslında aynı günü yaşadığı koşuşturmacada geleneksel arkadaşlığın bir his olarak aşındığı da bir gerçektir. Belki de facebook tam da bu yüzden bu sene içerisinde beğen butonuna üzgün, kızgın, şaşırmış gibi beş tane daha his ekleme gereği duydu. Ancak tam da bu noktada paradoksal olarak bu hisler de bir tıklama kadar hissizleşiyor.

2014 yapımı The Giver filminde oldukça benzer bir konu işlenir. Film gelecekte geçer. Tamamen izole olmuş, siyah-beyaz, hissiz ve çalışma odaklı toplumda bir genç, yöneticiler tarafından arşivci olarak seçilir ve yaşlı bir tarihçiden önceki dünya hakkında bilgiler alır. Bilgi aldıkça gerçek dünyanın acılarını ve zevklerini hissetmeye başlar. Aşk, neşe, acı, savaşın yıkıcılığı gibi hislerle buluştukça buna koşut olarak siyah-beyaz film de renklenmeye başlar. Bir anlamda tarihçinin, özellikle de sözlü tarihçinin tuttuğu kayıtlar aslında, vakaların değil vakaların insanlar üzerindeki etkilerinin, hislerin kayıtlarıdır. Bu baş döndüren hızın içinde bazı kesitleri alıp kaydetmek, kuşkusuz kendine göre bir raconu olan sosyal medyada da arkadaşlık ile ilgili daha derin bir beklenti arayışına itebiliyor insanı. Sonuç olarak arkadaşlık hissinin ölümü sizi de rahatsız ediyorsa bu “sese kulak vermeniz gerekir” ama gündelik hız başınızı döndürdüyse, bunu es geçebilirsiniz. Nasılsa durup dinlendiğiniz bir noktada, siz de bu hissin peşinden koşmak zorunda kalacaksınız.’