ATATÜRK’E MEKTUP

Hatice Yücel 10/11/2016 - 11:13:01

10 Kasım’da 78. kez seni saygı, sevgi ve özlemle anarken bugünün “hesap günü” olması gerektiğine inanan öğretmenlerdenim. Şanslıyım ki, II. Dünya Savaşı bitimi çocuğu olmama karşın, ilkelerinle doğdum, büyüdüm, yürüdüm. İnsan-kadın olmanın haklarından yararlandım. Çağdaş uygarlık yolunda örnek birey, yurttaş olmaya çalıştım. Sana, teşekkürümün ötesinde çok şey borçluyum. Daha doğrusu borçluyuz. Bu borcun sınırı ve miktarı yoktur.

            Bugünleri sorarsan, ülken bozguna uğramış gibi. Gerçekten “hava kurşun gibi ağır; bar bar, bağırıyorum.” Gaflet, dalalet ve hıyanet içinde olanların ihanetine uğradık. Demokrasinin dört “Y”si (Yasama-yürütme-yargı-yayın) var da yok gibi. Laik bilimsel eğitim, rayından çıkmış tren gibi nereye gittiği belli değil; dinselleşiyor, ticaretleşiyor, dünya standartlarının gerisinde kalıyor. En büyük eserim dediğin cumhuriyet, karakterim dediğin bağımsızlık, “Yurtta sulh, cihanda sulh” dediğin parolan, demokrasinin olmazsa olmazı laiklik, tapu senedimiz Lozan, canını vermeye hazır olduğun ülken ve onun efendisi saydığın köylün, işçin, cumhuriyeti teslim ettiğin gençliğin dar boğazda…

            Bugünlere, dünlerin hesabını doğru veremediğimiz için geldik.

            1970 yıllarıydı. Senin ilkelerinle beslenmiş bir öğretmen okulundan çıkmış, Bodrum Ortaokulunda çiçeği burnunda bir Türkçe öğretmeniydim. O yıl, 10 Kasım törenini hazırlamak, tek ortaöğretim olan bize-bana verilmişti. Bu ilk gösterim olacaktı belki. Büyük bir heyecanla seninle ilgili yazdığım senaryoyu çocuklarla oynayacaktık. Törenden bir gün önce idarecimiz, bu oyunda geçen Nazım Hikmet’in Kurtuluş Savaşı Destanı’ndan aldığım parçayı çıkarmamı söyledi. (“Dağlarda tek tek ateşler yanıyordu”……….. “Şayak kalpaklı adam, nasıl ve nereden geldiğini bilmeden güzel ve rahat günlere inanıyordu”……..). Tehdit edici konuşmalara rağmen o bölümü çıkaramayacağımı söyledim ya da programı bırakacağımı. Ertesi gün, imkânsızlıklar içinde de olsa, eski Halk Eğitim binasının salonunda (Kilise binası) töreni uyguladık. Başta bürokrasi olmak üzere program ayakta alkışlandı ve yöneticimiz beni kutlamak zorunda kaldı. Sonradan bunun bedelini ödesem de öğretmenliğimin en gururla anlattığım anısıdır.

            İşte o günlerden süregelen bu dava, bugün inanılmaz düzeye ulaştı. Tehlikenin farkında olmamak olanaksız. Ne zorluklarla kurduğun TBMM’nin 550 üyesinin suskunluğuna akıl ermiyor. OHAL masalıyla kendi çizgilerinde dörtnala gidiyorlar. Özgür düşünceyi tutukluyorlar. Kendilerinden olmayan herkesi ve her şeyi yok ediyorlar. Elleri hem halkın cebinde, hem beyninde. Halkın yaşamı takside bağlanmış. Ekonomik kriz boğuyor insanları. Akdeniz suları, Suriye çölleri çocuklara mezar oluyor. Misak-ı Milli sınırları delinmiş, terör evde, sokakta, okulda, dağda, iş yerinde, her yerde.

            Bu gerçek tablonun ötesinde, Aziz Sancar gibi bir Anadolu çocuğu, ilk kez Nobel Kimya Ödülünü alıyor ve aldığı belgeyi esas sahibinin sen olduğunu düşünerek Anıtkabir’e bırakıyor. Aslında daha niceleri çıkabilir. Benim bildiğim Türk anaları, çocuklarının acılarını değil, başarılarını ve sevinçlerini görmeye layıktır. Çünkü bu toprağın özünde onların emekleri gizlidir.

Karanlıkla aydınlığın bin yıllık savaşında bugünleri de gördük. Her şeye karşın 21. yy Türkiye’sine senin aydınlığın yakışır. Bunun için ikinci bir Kurtuluş Savaşı gerekiyorsa o da yapılır. Dileğim, ne olur yanımızda ol, yeter. En azından, seni öldüremediklerini ve öldüremeyeceklerini anlasınlar.