Ahmet Ümit: Ölüm, şehirlerimizi kaybetmekle başlar

Nevzat Çağlar Tüfekçi 14/11/2016 - 11:45:15

Yazar Ahmet Ümit’in doğduğu şehir için yazdığı bu güzel yazıyı, kısaltarak paylaşıyorum.

***

18 yaşında ayrılmıştım Gaziantep’ten ama bağım hiç kopmamıştı.  Hiçbir zaman yerine başka bir şehri koymamıştım. İstanbul, Moskova, Berlin, Londra, Atina, Prag... Nice güzel şehirler görmüş, nice bilge şehirlerde yaşamıştım; üstelik hepsi de çok iyi davranmıştı bana, hepsi de kucağını açmıştı, hep iyi anılar bahşetmişlerdi. Ama Gaziantep, doğduğum şehir başkaydı. İlk aşk, ilk heyecan, ilk hüzün, ilk umut, ilk hayal kırıklığı dersem, eminim anlarsınız bu tutkuyu.  Her yıl gidiyordum Antep’e, ayaklarım topraklarına basmazsa, alnım suyuyla serinlemezse kendimi mutsuz hissediyordum. Oysa değişmişti Antep, sadece sokaklar, meydanlar, evler, ağaçlar, kuşlar, börtü böcek değil, insanlar da değişmişti. Şehre her gidişimde içim sızlayarak izliyordum olan biteni. Şehri, şehir yapan o canım kültür ağır ağır değil, hızla yok oluyordu. Komşuluk, dayanışma, saygı, engin gönüllülük yani insanın insana verdiği o değerler silsilesi eriyip gidiyordu. Başka diyarlardan, köylerden, kasabalardan insanlar geliyordu. Terör yorgunu, işsiz, çaresiz, muhtaç insanlar. Herkes gibi, hepimiz gibi onlar da daha iyi bir hayat istiyorlardı.

Gaziantep misafirperverdi, cömertti, zengindi, ama bu kadar insanı kaldıracak gücü yoktu. Zaten ne gelenleri mutlu edebildi ne de eski kimliğini koruyabildi. Anteplilik, tıpkı İstanbulluluk gibi hatıralarda kalmış bir anılar bulutuna dönüştü. Ama bu acı hakikat bile, şehrimi tümüyle yitirdiğim duygusunu uyandırmamıştı bende. Evet, ta ki o düğün gecesi, o korkunç bomba patlayıncaya kadar.

20 Ağustos’ta patladı bomba. Artık sayıları oldukça azalan bağlarda üzümler tatlanırken, fıstıklara ben düşerken, cevizler koza dönüşürken... Şehir gündüzleri hâlâ cehennem gibi sıcak ama geceleri kırlardan esen rüzgârlarla belli belirsiz serinlerken... Gaziantepli kadınlar hayat adını verdikleri bahçelerinde kış için salçalıklar, kuruluklar hazırlarken...

Bu, ilk patlayan bomba değildi Gaziantep’te... “Suriye belasına” bulaştığımızdan beri musibet eksik olmuyordu şehrimizin başından. Ama ilk kez bir düğünde patlatılıyordu bomba, kadınların, çocukların arasında. Amaçları mutluluğu yasaklamaktı, yaşama sevincini silmekti insanların gözlerinden, gülümsemeyi çalmaktı dudaklarından. Hedef insanlardı, sıvasız boyasız evlerde yaşayan, yoksul, çaresiz, günü gününe kazanan, günü gününe tüketen ama her şeye rağmen yaşamayı sürdüren inatçı insanlar. O insanların yaşadığı dar sokaklardı hedef, eğri büğrü caddeler, ağaçsız meydanlar, okullar, hastaneler... Evleri, sokakları, meydanları, ağaçları, kuşları, çilekeş halkıyla koca bir şehirdi hedef.

Evet, hedef Gaziantep’ti ki Mezopotamya onunla başlardı. İnsanlığın ilk yerleştiği yer, taşın alete çevrildiği ilk mekândı burası. Hititlerin Kargamış’ı, Yesemek’iydi, Antik Yunan’ın gizemli Dolichenos’u, Roma’nın ihtişamlı Zeugma’sıydı, Bizans’ın Rum Kalesi. Hayatı güzelleştiren sanat bu kayalara, bu taşlara nakşedilmişti herkesten, her yerden önce.

İnsanlar gibi şehirlerin de hafızaları vardır ve bir şehrin hafızasında ne kadar çok olay varsa, tıpkı insanlar gibi o şehir de bilgeleşir. O hafıza, bu şehirde yaşayanların anılarının toplamıdır. Duyduğumuz ilk ninni, çocukluğumuzun geçtiği sokak, ilkokulumuz, ilk arkadaşımız, ilk sevgilinin bakışındaki utangaç eda, ilk kavgamız, patlamış dudağımızdan akan kan, gururla sıkılan yumruk, dedemizin mezarı, babamızın sakalına düşen ak, annemizin hiç eksilmeyen şefkati. Ve bütün bunları, kocaman bağrında taşıyan bir şehir... Vatan denildiğinde akla gelen ilk yer. Doğduğum yer, benim güzel Gaziantep’im...

Son romanımda yazmıştım; “Ölüm şehirlerimizi kaybetmekle başlar, vatanımızı kaybetmekle neticelenir.” (3 Eylül 2016)