30 AĞUSTOS’UN ANLAM VE ÖNEMİ!

Nevzat Çağlar Tüfekçi 30/08/2018 - 14:41:10

30 Ağustos, Mustafa Kemal’in önderliğinde parçalanmış, işgal edilmiş ve sömürgeleştirilmeye çalışılan bir ülkenin yeniden ayağa kalkmaya başladığı ve kendi ulusal kimliğini ilan etmek için hedefe yaklaştığı günün adıdır.

30 Ağustos Başkomutanlık Meydan Savaşı’na kadar ülkemizi, Batıdan itibaren işgal etmeye başlayan İngiliz destekli Yunanlılar ve işbirlikçilerine karşı bir dizi savaşlar yapıldı. Bu savaşlar; I. ve II. İnönü Savaşları ile Sakarya Savaşı’ydı. 
Sakarya Meydan Savaşı, 23 Ağustos’tan 13 Eylül(1921)’e kadar 22 gün gece-gündüz sürmüş, düşman ordusu mağlup olmuş, cepheyi terk etmişti.
Yazar Falih Rıfkı Atay duygularını şöyle ifade eder: ‘Biz Sakarya zaferi ile kurtulacağımıza inanmıştık!’

Mustafa Kemal, 20 Ağustos 1922 tarihinde Akşehir’e gelerek 26 Ağustos 1922 Cumartesi sabahı düşmana taarruz emrini verdi. Mustafa Kemal, yanındaki komutanlarla, Kocatepe’den Büyük Taarruz’u yönetti. Zorlu geçen bir savaşın sonunda, 30 Ağustos 1922 günü, Büyük Taarruz, Türk Ordusu’nun zaferiyle sonuçlandı. Bu savaşlarda Türk tarafından 13 bin kişi şehit ve 35 bin kişi de gazi oldu.  Bu savaş, tarihte Başkomutanlık Meydan Savaşı olarak yerini aldı. Sakarya Zaferi, askeri ve politik bakımdan, kurtuluş mücadelemizin önemli bir aşaması oluşturur.
Mustafa Kemal, bu zaferden sonra, “Ordular, ilk hedefiniz Akdeniz’dir, ileri!” diyerek kesin zafer komutunu verdi. Bu komut, 9 Eylül 1922 tarihinde İzmir’de noktalandı. Anadolu’da Yunan politikasını yürüten İngiltere Başbakanı Lloyd George, politikasıyla birlikte başarısızlığa uğramış ve sonunda istifa etmek zorunda kalmıştı. İngiliz tarihçi-yazar Lord Kinross’un deyimiyle, “Asi diye küçümsenen bir Türk(Mustafa Kemal), üç yıllık bir kavga sonunda İngiltere hükümetini ve ünlü başbakanı devirmeyi başarmıştı. Romantik adam, gerçekçi adamın önünde silinip gitmiş, bir Makedonyalı, bir Kelt’in(Keltler: 4 bin yıl önce Avrupa’dan İngiltere’ye göç eden adanın ilk sakinleri) sırtını yere getirmiştir.”

30 Ağustos Zaferi, bir anlamda mazlum bir ulusun şahlandığı, kendi özgürlüğünü ve bağımsızlığını sağlamaya yönelik sürecin başladığı tarihtir. Yeni kuşaklar olarak ülkemizin tarihini, geçmişini çok iyi bilmek ve bu bağlamda anti-emperyalist temelde ülkemizin geleceğine sahip çıkmak zorundayız.

XXX

YAZAR FALİH RIFKI ATAY’IN(*) ANILARINDAN…

(“Çankaya” isimli kitabından)

Bu Tarihi günlere bir de İstanbul’dan bakalım. Gazeteye geldim. Anadolu’nun birdenbire kapandığını söylediler. İstanbul ve Anadolu’nun işgal köyleri ile Anadolu’nun Milli Mücadele kısmı arasında hiçbir temas imkânının kalkmadığını söylüyorlar. Ürperiyorum. Acaba Yunanlılar mı taarruza geçti? İngiliz, Fransız, Rum ve Ermeni gazetelerinde hiçbir kırıntı yok.

Canım biz taarruz edebilir miyiz? Daha geçenlerde Fethi Bey (Okyar) mütareke aramaya gitmişti. Ummam böyle bir delilik yapalım. İhtimal böyle girişimler cephe gerisini tutmak için yapılan girişimlerdir.

Hepimiz M. Kemal'in askeri dehasını biliyorduk ve bir zar atmayacağını biliyorduk. Yalnız yemekten değil, düşünmekten de kesilmiştik. Düşman zırhlıları halâ İstanbul sularında ve sokaklarındaydı. Türk ordusunun bir taarruz savaşına giremeyeceği fikri, bizim kuşakların değişmez gerçeğiydi. Zaman geçtikçe umutsuzluğumuz arttı. M. Kemal’e kızanlar ağızlarını açmışlardı.

Akşamüstü gene beynimizin içinde aynı burgu, kalbimizin içinde aynı ağrı, Büyükada’ya gidiyorum. Aydınlık ferah bir Ağustos akşamı… Güverte tıklım tıklım. Türkçe konuşmayanlarda, birbirinin sözünü kapan bir sevinç var. Sadece bu sevinç bizi yıldırmaya yeterdi. “Ne olmuştu?” demeye korkuyorduk. Fena bir şey vardı. Kimseye sormaksızın onu zihninizden hafifletmeye uğraşıyorduk. Ordu bozulmuş olsa bile bir mütareke imkânı yok muydu? Fakat içimizdeki sorunun, kimseden aramaya cesaret edemediğimiz cevabı kendiliğinden yayıldı. Başkomutan M. Kemal karargâhı ile beraber esir edilmiş.

Keder insanları öldürmez derlerse, buna siz de inanınız. Kalp denen şeyin ne kadar dayanıklı bir maddeden yapılmış olduğunu ben, o akşamüstü Büyükada vapurunun güvertesinden öğrendim. Türkleri Büyükada yat kulübünden kovmuşlardı. Yalnız bir iki sırnaşık, yolunu bularak içeri girebilmişlerdi. Bunlar o akşam cezalarını çekmişlerdir. Çünkü kulüpte M. Kemal'in esir olması şerefine kulübün bütün şampanyaları patlatılıyor ve Türkler de dağıtılan kadehleri içmeye zorlanıyordu. Ada sokakları çoluk çocuğun çığlıkları ile geçilmez bir hale geliyordu.

Ölümü bir uyku, rahat bir uyku gibi arayarak sabahı ettik. İlk vapurun en görünmez köşesine sığınarak, iki büklüm köprüye indik. Bütün Türkleri, yaş içinde bulacağımı sanıyordum. Meğer ne kadar soysuzluğa uğramışız. Acaba sokaktakilerin hepsi, şu veya bu muhipler cemiyetinin üyeleri mi idi? Bizimkiler utançlarından evlerinde mi kalmışlardı? Bu gülüşler bu çırpınışlar, bu el sıkmışlar neydi?

Meğer bütün karargâhı ile Başkomutan Mustafa Kemal değil, Yunan Başkomutanı Trikopis esir olmuş. Bir çocuk gibi sıçramaya başladım. Habere, havadise, telgrafa koşuyorum. Hani o dün bakmadığımız Sürüm Gyok mu? Meğer resmi tebliğlerin kilometrelerce gerisinde imiş. Yunan ordusunu yok etmişiz ve İzmir’e iniyormuşuz.

Ben ömrümde hiçbir edebiyat eserinde, ilk hedeflerinin Akdeniz olduğunu bildiren, günlük emri okurken duyduğum zevki duymadım. Bütün heyecanların üstünde bir heyecan veren, bütün şiirlerin üstünde bir şiirdi. Ne olmuştuk biliyor musunuz? Kurtulmuştuk!.. Büyük sevinç, büyük mutluluk, yeniden dünyaya geliş!..

Ah Mustafa Kemal, Mustafa Kemal, sana ölünceye kadar o günün sevincini ödeyebilmekten başka bir şey düşünmeyeceğim…

Konuşmak için dilim, yazmak için kalemim tutuldu. İkdam’daki Yakup Kadri’yi arayıp, ilk vapurla İzmir’e gitmeyi teklif ettim. Nemiz varsa, Bağımsız bir devlet kurmuşsak, bir vatandaş olmuşsak, şerefli insanlar gibi dolaşıyorsak, yurdumuz batının, vicdanımızı ve kafamızı doğunun pençesinden kurtarmışsak, şu denizlere bizim diye bakıyor, bu topraklarda ana bağrının sıcağını duyuyorsak, belki nefes alıyorsak, hepsini, her şeyi 30 Ağustos Zaferi’ne borçluyuz. (Kaynak: Falih Rıfkı Atay, Çankaya, 1961)

 

(*)Falih Rıfkı Atay (1894-1971)

Siyasal makale ve fıkra dışında; anı, söyleşi, gezi yazısı türünde yazdığı ürünlerle tanınır. Öğretmenlik, gazetecilik ve milletvekilliği yap­mıştır.

Falih Rıfkı Atay, mütareke yıllarında birkaç arkadaşıyla birlikte çıkardıkları “Akşam” gazetesinde Kurtuluş Savaşı’nı destekleyen yazılar yazmıştır. Sonradan Ankara’ya geçmiş, Atatürk’ün yakınındaki gazetecilerden biri olmuştur. İkinci Meşrutiyet ve Cumhuriyet sürecini yakın­dan izlemiş, olayları ve insanları bir sanatçı duyarlı­lığı ile yansımıştır. Dilin özleşmesi, kendi benliğini bulması için ça­lışmalarda bulunmuştur. Falih Rıfkı, Yalın ve akıcı diliyle düz­yazı alanında önemli yapıtlar yazmıştır.

Falih Rıfkı Atay Eserleri: Ateş ve Güneş, Zeytindağı, Atatürk’ün Bana Anlattıkları, Çankaya, Atatürk Ne İdi (anı).

Denizaşırı, Bizim Akdeniz, Taymis Kıyıları, Hint, Yolcu Defteri, Eski Sanat, Pazar Konuşmaları (fıkra), Roman (roman)