SALGINDAN UMUTLA ÇIKMAK

Prof. Dr. Kemal Kocabaş 06/04/2020 - 09:17:15

“Bizi esir ettiler/bizi hapse attılar/beni duvarların içinde/seni duvarların dışında/Ufak iş bizimkisi/Asıl en kötüsü /bilerek, bilmeyerek/hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması/İnsanların birçoğu bu hale düşürülmüş/namuslu, çalışkan, iyi insanlar/ve seni sevdiğim kadar sevilmeye lâyık”

Yukardaki şiir, Nazım Hikmet  tarafından yoldaşı, aşkı  Piraye için 26 Eylül 1945 tarihinde  Bursa cezaevinde yazılır. Yaklaşık dört haftadır evlerimizde  yaşadığımız hapishane-karantina  hayatının yarattığı duygularla, sıkışmışlıklarla   yaşıyoruz.  Yaşamının  önemli bir bölümünü   hapishanelerde geçiren  ve hapishane sürecini  böyle güzel anlatan Nazım Ustaya saygıyla selamlamak boynumuzun borcu… Geçen dört hafta boyunca  evimizdeki hapishanelerde(!) televizyon, akıllı telefonlarla dış dünyada salgınla ilgili  neler olduğunu anlamaya çalıştık, “umut ve kaygı” arasında sürekli salınıp durduk.

Yaşamımda ilk kez “Karantina” kelimesiyle 1973 yılında İzmir’de üniversiteyi başladığım yıl karşılaştım. Karantina, şimdiki adı Küçükyalı olan Mithatpaşa’da daha çok  o yıllarda Rum ve Yahudi yurttaşların  yaşadığı  bir semtin adıydı. Attila İlhan’ın “Karantinalı Despina” şiiri de bu semt ile ilgili  verileri adeta doğrular. 1845 yılında yaşanan veba salgınında  bu bölgede yapılan bir karantina binası nedeniyle semtin bu adı aldığı ifade edilir.  Veba salgınında  gemiler Karantina sahilinde denizde kırk gün bekletilir, yolcular da  barakalarda kalır.  1846’da Mithat Paşa Meslek Lisesi’nin yanındaki yerde bir karantina binası inşa edilir ve  o günden sonra semtin adı “Karantina” olarak kayıtlara geçiyor. Bizim kuşak naklen pek çok olaya tanıklık yaptı: ABD’deki ikiz kulelerin vurulması, TV’lerde naklen FETÖ darbesi, naklen Suriye’deki  çatışmalar ve mültecilerin Batı’ya yolculuğu ve şimdi de küresel Korona salgınına acıyla tanıklık yapıyoruz.

Salgın, bizleri  çok sevdiklerimizden ve yaşam alışkanlıklarımızdan uzaklaştırmış, yaşam biçimimizi dönüştürmüştü. Salgın koşullarında, kendi hapishanenizde yeni alışkanlıklar üretmek  ve ayakta kalma çabası içinde oluyorsunuz. Süreci izlerken pek çok şeyi düşünüyorsunuz, yaşamı yeniden değerlendiriyorsunuz, sorguluyorsunuz, neleri yaptığınıza, neleri yapamadığınıza ilişkin iç hesaplaşmayı yaşıyorsunuz.  Özdere’de yazlığımda ben de onu yapıyorum.  Kurallara uyuyorum, yazlığımın arkasındaki ormanda yürüyüşe çıkıyorum, internet ortamında film izliyorum, uzmanların TV’lerdeki salgına yönelik değerlendirmelerini, sağlık bakanın açıklamalarını dinliyorum, arkadaşlarımla telefonla görüşüyorum, süreci sürekli sorguluyorum.

Yaşadığımız ağır koşullarda hayatımızda eğitimin ve sağlığın özelleştirilmesi olarak somutlaşan   “kapitalizm” eleştirisini yapmak zorundayız.  ABD’de Donald Trump’ın ve İngiliz Başbakan Boris Johnson’un  açıklamalarında çok açık görüldüğü gibi kapitalizmin  salgına bakışında “insan” yok.  Salgına karşı “Sürü bağışıklığı” uygulamalarıyla  adeta bir insanlık suçu işlediler… Dünyanın en gelişmiş ülkelerinde silah üretimi var ama insan sağlığına yönelik malzeme üretimi yok. Yaşama “para, kar, müşteri” penceresinden bakan, doğayı ve çevreyi yok eden, halk sağlığı ve  toplumsal yarar  diye bir ufku olmayan bir  kapitalizm gerçeği ile toplum adeta yüzleşti. Ayrıca salgın sürecinde bu  devletlerin  yönetişim ve eşgüdüm konusunda ne kadar  hazırlıksız ve yetersiz olduğu  da ortaya çıktı.  Salgının dünyanın büyük bir bölümünü etkisi altına alması, birçok ülkede sosyal devlet ve evrensel sağlık sigortası gibi kavramları tekrar gündeme getirerek tartışılmasına  da mutlaka yol açacak. Türkiye de mutlaka bu tartışmalar yapılacaktır. Özellikle son on yılda  sağlığın ve eğitimin  yoğun bir şekilde piyasalaştırılması, kamunun bu alanlardaki  payının azaltılması mutlaka sorgulanacaktır.

Salgın dönemine önümüzdeki günlerde ülke gündeminde yeni bir tartışmayı açmak zorundayız. Nasıl bir eğitim? sorusu güncelliğini hep koruyacak.  Dinselleştirilmiş  bir eğitim mi? Akıl ve bilimi temel alan laik, demokratik bilimsel eğitim mi?. Salgın döneminde, bazı kararlarının zamanında uygulanmamasına rağmen Türkiye kamuoyu “Bilim Kurulu” adı verilen  bir yapılanmayla tanıştı. Salgını bilimsel verilerle analiz eden ve siyasal iktidara öneriler sunan bir kurul.  Sencer Ayata  T24’te yazdığı yazıda bu anlamda geleceğe dair öngörüsünü  “Ufukta, gücünü bilimden alan uzman otoritesinin, siyasi otoritenin önüne geçeceği yeni bir aydınlanma görünüyor” şeklinde özetliyor. Salgın sonrası ülkenin demokratik güçleri bu anlamda eğitimi dinselleştiren  eğitim politikalarını  sorgulayarak  tartışmaya açacaktır.  Bugün imam hatip okullarında okuyan 1.5 milyon öğrencimiz var. Ülkenin bu kadar çok imam hatipliye gereksinimi var mı? Kesinlikle hayır… Ülkenin ihtiyacı kadar imam yetiştirmek noktasına hızla, acilen  dönmemiz gerekiyor.

Salgın dönemini, eğitim tarihimizin özgün kazanımı Köy Enstitüleri penceresinden de bakabiliriz. 17 Nisan 1940, 3803 sayılı Köy Enstitüleri yasasının TBMM’nde kabul edildiği tarih. Nisan ayında 24 Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği (YKKED) şubemizle enstitülerin 80. Yıl kuruluş kutlamalarını tasarlamıştık. Salgın nedeniyle sonbahara erteledik. Köy Enstitüleri, ülkenin gereksinmelerini temel alan işlevsel eğitim kurumlarıydılar. Köylere öğretmenlerle beraber modern tarım ve hayvancılığı götürmüşlerdi.   1943 yılında da koruyucu sağlık hizmet hizmetlerini götürmek için, halk sağlığı adına 7 farklı enstitüde sağlık kolları açılır.  Köy Enstitülü öğretmenler, sağlıkçılar Anadolu'da eğitim hakkının, sağlık hakkının ve de demokratik öğretmen-sağlıkçı hareketinin yılmaz savaşçıları olmuştur... Yaşamını Köy Enstitüleri eğitim sistemiyle eğitim ve sağlık hakkına adayan İsmail Hakkı Tonguç orta çağı yaşayan köy gözlemlerini  “Bir köye girildiğinde duvar diplerinde avlularda köşeye dizilmiş sıtmalıların, yüzü gözü sinek, sümük içinde başka hasta ve yaralı çocukların durumu, salgınlarda yitirilen bebelerin, doğumda ölen gencecik anaların haberleri, insanın içini sızlatıyordu. Kasabada oturan doktorun, sağlıkçının köylüye bir yararı olmuyordu. Yollar bozuk, tekerlek yoktu. Sağlık Bakanlığı bu işe yüklenmiyordu. Yapsa da Milli Eğitimin köy öğretmenine kazandıracağı ülküyü, yetiştireceği sağlıkçılara aynı anlayışla kazandırması kolay değildi…” şeklinde ifade ediyordu.  Köy Enstitülü sağlıkçılar Anadolu köylerinde bulaşıcı hastalıklara, çevre kirliliklerine karşı adeta bir savaş verdiler, hijyenin önemini anlattılar.  Tıpkı günümüzdeki sağlık emekçileri gibi… Köy Enstitülerinin 80. kuruluş yıldönümünde enstitülü öğretmen ve sağlıkçıların aziz hatıralarını saygıyla selamlıyorum…

Türkiye’nin  bu salgın sürecinde  yaptığı en önemli iş bilim kurulunu oluşturmak oldu. Buna rağmen çokça yanlış da yaptı.  Umre ziyaretine izin vermek büyük hataydı, öngörüsüzlüktü.  Salgın döneminde hızlı davranamadı, ekonomik ve siyasal kaygıları öne çıkararak önlem almakta gecikti. Ülkede 1 Nisan günü  akşamı  toplam 15.679 pozitif vaka ve 277  can kaybı vardı. 5 nisan günü ise pozitif vaka sayısı  27.069  ve    toplam 574 can kaybı var. Dört günde pozitif vaka sayısı yaklaşık  12 bin, toplam kayıp sayısı  297  artmış. 15 Nisana  kadar bu sayıların katlanarak 100 bin vaka ve 3 bin kayıp öngörüleri var… Türkiye, insanından yana taraf olmalıdır. Emeği ile geçinen insanlarımız kamu kaynaklarıyla korunmalıdır.  Nisan sonuna kadar sıkı bir şekilde sokağa çıkma yasağı getirmeli ve sosyal devlet olmanın tüm gerekleri yapılmalıdır. Fantastik Kanal-İstanbul projesinden vazgeçilmeli, sağlık dışındaki tüm kamu harcamaları  dondurulmalı ve kamu tüm enerjisini halkın sağlığı üzerine yoğunlaştırmalıdır.  Bir başka çok önemli nokta ülkede barış dilinin, dayanışmanın egemen olmasıdır. Siyasal iktidarın ötekileştirme dili, belediye çalışmaları ile ilgili yarattığı rekabetçi engeller salgına karşı  mücadeleyi olumsuz etkilemektedir.

Salgın sonrası daha eşitlikçi, daha demokratik, eğitimin-sağlığın insan hakkı olduğu  bir Türkiye  düşüncesini hep birlikte içselleştirip tartışmalıyız. Bu süreçlerde çok etkin olamayan muhalefetin de kendini yeniden yapılandırması kaçınılmazdır. Her tür otoriter baskı ve ayrımcılığa birlikte karşı çıkarak yoksulları, ezilenleri ve kimlikleri ötekileştirilenleri birleştiren bir siyaset oluşturacak bir  büyük ilerici siyasal senteze gereksinim olduğu çok açık.  Ülkemizin ve dünyanın bu salgını çok az bir kayıpla atlatması en büyük dileğimizdir.  Ne dersiniz?