Nazım Ustanın “Günler ağır, günler ölüm haberleriyle geliyor” dizeleri sanki günümüzü anlatıyor. Bu ağır günlerde ruh ve beden sağlığımızı koruyarak, kollektif dayanışma duygusunu yükselterek, bilim kurulunun önerilerini yerine getirerek salgın sürecinde ayakta kalmaya çabalıyoruz. Her akşam saat 20.00 sularında ülkedeki salgın tablosunu merakla bekliyoruz ve rakamlardan umut kırıntılarını arıyoruz. 1 Nisan 2020 tarihinde vaka sayısı 15 679 iken bu rakam 8 Nisan akşamı 38 bin 226 olmuş. Sekiz günde vaka sayısı artışı yaklaşık 23 bin olmuş. Yine kaybettiğimiz canların sayısı 8 günde 277 den 812’ye çıkmış… Tablo ağır. Tüm bu ağır tabloya rağmen bu salgın bir gün mutlaka bitecek, akıl ve bilim böyle diyor.
Bu süreçte umutsuzluğa asla yer yok. Önlemleri alacağız, bu koşullarda mutlu olmanın yollarını bulacağız ve geleceğe bu umutlarla yeniden inşa edeceğiz. Umudun filmlerini izleyeceğiz, umudun müziklerini dinleyeceğiz, umudun, mutluluğun resimlerini yapacağız… Ben bu dönemlerde umut şiirleri okuyorum. Kısa süre önce kaybettiğimiz Küçük İskender “De Gülüm” adlı şiirini çok sevdim. Şair “De gülüm! De ki: ela bir günde geleceğim/İstanbul darmadağın olacak, saçlarım/darmadağın/ Hepsi, darmadağın!/üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte/ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm/hem de çelikten toprağını dele dele hayatın” diyerek umudunu dizelere döküyor.
Bu dönemde sağlık emekçileri bir güzelliğe emekle imza attılar. Bir güzel eylemi evrensel insanlık birikimine, vicdanlara armağan ettiler. Bizler de onurla bu görüntüleri TV ekranlarında izledik. Türkiye’nin her tarafında, tüm hastanelerde Korona nedeniyle yatan hastalar taburcu olurken sağlık emekçileri tarafından alkışlarla uğurlandılar. Bu alkışlar çok değerli ve o kadar anlamlı… Alkışlar, sağlıkçılarımızın hastalarını yaşatmakla ilgili emeklerine ve ayrıca hasta yurttaşlarımız yaşam enerjilerine duyulan saygıyı ve “hep beraber başardık” duygusunu temsil ediyor. Bu görüntüler bana Köy Enstitülerindeki emeğe saygı adına yapılan insana dair güzellikleri anımsattı. Köy Enstitüleri, kendi öğrencileri ve diğer enstitülerden gelen öğrenci imece grupları tarafından inşa edilmişti. Hasanoğlan Köy Enstitüsü kuruluşu yedi farklı enstitüden gelen öğrenci gruplarıyla başarılmıştır. Önümde bir fotoğraf var. Çatıda saygı duruşunda bulunan öğrenciler. Akçadağ Köy Enstitüsü öğrencileri Hasanoğlan’da bir binayı tamamlıyorlar, çatının iskeletini oluşturuyorlar ve bayrak dikerek İstiklal Marşını okuyorlar. Bu binayı biz emekle yaptık, başardık diyorlardı adeta. Köy Enstitüleri hamasetin yapılmadığı iş ve emekle yaratıcı ahlakın hayata geçtiği okullardı. Yine Talip Apaydın Öğretmenin “Bayramlarda Çalışırız Bayramlarda İçin” öyküsünde de benzer güzellik anlatılır. Bir bayram günü enstitüde kalan öğrenci grubunun müdür Rauf İnan ile birlikte marşlar söyleyerek eksi 20 derecede Çifteler Köy Enstitüsünün donan, tıkanan santralını temizlerler. Öykünün sonunda enstitüye dönüldüğünde okul duvarındaki “ÇKE” yazısının yandığını gören öğrencilerin çok zor koşullarda başarma duygusuyla “kendi ellerini öptükleri, birbirlerine sevinçle sarıldıkları” anlatılır. Sağlık emekçilerinin alkışları bu anlamda çok kıymetliydi… Sağolsunlar.
Salgın sürecinde sosyal medya çok hareketli ve işlevseldi. Önümüzdeki dönemlerde dijital demokrasi anlamında işlevinin çok yoğun olacağı açık… Küresel ölçekte, ulusal ölçekte bir haber, bir bilgi, bir ileti çok hızlı bir şekilde dağılıyor. 1960’lı yılları anımsadım. TV yoktu, büyük pilli radyomuz vardı. Akşamları haberleri dinlerdik. Çocukluğumda köyden kasabaya sabah bir minibüs gider, akşam dönerdi. Köye 30-40 gazete gelirdi. Akşamüstü hep o arabayı ve gazeteleri beklerdik. Akşam da tüm aile o gazeteyi okumak için yarışırdık adeta. Bilgiye ulaşmak zordu bizim çocukluk yıllarımızda. Salgın döneminde salgına yönelik her açıklama anında Whatsup gruplarındaydı. Bilginin bu kadar hızlı yayılması, süreçlerin anında sorgulanması ve yaşanan çoksesliliğin önümüzdeki dönemlerde demokratik kültürümüzü de olumlu yönde etkileyeceği çok açık.
Bu süreç, sürekli beraber olduğumuz çok sevdiklerimizden, öğrencilerimizden, yakın arkadaşlarımızdan bizi ayırdı. Hasret denen bir duyguyu acıyla yaşamımıza neden oldu ve yaşadıklarımız-yaşamadıklarımız, başaramadıklarımız anlamında bir özeleştiri olanağı verdi. Ayrıca, salgının ilk dönemlerinde adeta “yaşcılık” yapılarak 60 yaş ve üzerine yönelik ötekileştirici dil ve davranışlar da bizim kuşağı biraz üzdü. Avrupa ve ABD’de yaşlı hastaların ölüme terk edilmeleri görüntüleri vicdanlarımızı sızlattı. Yine salgın döneminde Korona virüsü ile ilgili karikatürlerde mizahi yaratıcılık çok çarpıcıydı. Salgın sonrası mutlaka bu döneme ilişkin sanatsal yaratıcılıklar sinemada, müzikte, edebiyatta karşılık bulacaktır.
Salgın döneminde üniversitelerimizde uzaktan eğitim(!) yapılmaya çalışılıyor. Çoğu üniversitemiz bu sürece hazırlıksız yakalandı. Öğrencilerimden edindiğim bilgiye göre öğrencilerin çok küçük bir bölümü bu eğitimi izleyebiliyor. Uzaktan eğitim biraz “…mış gibi yapmak”, yasak savmak gibi gözüküyor. Öğrencilerimden aldığım dönütlere bakılırsa çoğunun evlerinde masa veya dizüstü bilgisayarı yok. Ancak cep telefonlarıyla dersler izlenebiliyor. Ülkenin içinde bulunduğu sıkışıklıkta ve yarattığı psikolojik ortamda öğrencilerin bu dersleri özenle izlemesi çok zor. Önerim bu yarıyılın yaz aylarına yoğunlaştırılarak ertelenmesidir. YÖK de bunu düşünerek öğrencilere kayıt dondurma hakkı vermesi bu anlamda olumludur. Milli Eğitim Bakanlığının ilk, orta ve liselerde yaptığı uzaktan eğitimin de uygulamadaki öğretmen arkadaşların dönütlerinden anladığım kadarıyla çok yararlı sonuçlar verdiğini düşünmüyorum.
Son günlerde TBMM’nde infaz yasası olarak adlandırılan bir yasa tasarısı tartışılmaya başlanacak. Salgın gerekçesiyle hazırlanan ve komisyondan geçen tasarıya göre 90 bin mahkum bu yasadan yararlanarak dışarı çıkacak. Böyle bir yasa, “adil ve adaletli” olarak çıkmalıdır, vicdanları yaralamamalıdır. Düşünceleri nedeniyle içeride olan gazeteciler ve aydınların bu yasadan yararlanmayacakları haberleri basına yansıyor. Ülkenin kutuplaşmaya değil, çok acil bu salgın karşısında akıl, bilim ve adalet duygusuyla birlikte olma duygusuna ihtiyacı var. Katilleri, hırsızları, esrar satıcılarını dışarı çıkararak düşünen insanları içeride bırakacak bir yasanın toplumsal karşılığı asla olmayacaktır. Bu salgın döneminde bile bu ayrıştırıcı anlayışlar, yaklaşımlar evlerinde hapsolmuş insanları yaralamaktadır.
Bu salgın bir gün mutlaka bitecek, dilerim ki kısa sürede en az kayıpla atlatalım. Salgın sonrası hayatın her alanında akıl ve bilimi rehber edinen yeni anlayışlar geliştirmek zorundayız. Günübirlik politikalarla, hamasetle değil bilimin yol göstericiliğinde devlet denen mekanizmayı, kurumları yeniden oluşturmalıyız. Gelecek öngörüsü içeren kurumlar, merkezler ve yeni bir politik kültür üretmek zorundayız. Yapacağımız eğitim reformuyla okullarımızın işlevselliğini arttırmalı, eğitimin niteliğini yükseltmeliyiz. Toplumdaki adalet ve eşitlik duygusunu yaratmalıyız, demokratik hukuk devletini yeniden inşa ederek Cumhuriyetin 100. yılını bu anlayışlarla taçlandırmalıyız. Ne dersiniz?