Sürgünlerim sonrası manavlığımın dördüncü yılı 1985 veya 1986 yılı idi.
Bodrum Belediye Başkanlığı ana binasının kapı karşısında, Bodrum Askerlik Şube Başkanlığının arkasında, hemen alt yanında iki adet açık manav tezgahı işletiyordum. İşi öğrenmiş, her şey çok iyi gidiyor, çok iyi kazanıyordum.
Bir gün çarşıya bir haber yayıldı, “Yarın Bodrum’a Kenan Evren geliyor” diyorlardı. Esnaf; "bu adamın buralarda ne işi varmış" diyordu...
Karşımızda olan belediye personelinde ve siyasilerde, bir telaş, bir telaş, görmeyin gitsin. Tüm şehir merkezi itfaiye araçları ve arazözlerle yıkanıyordu.
Zabıta memurları ise, biz manavlara geliyor, “çuval, sele ve kasalarınızı şuradan öteye çıkartmayın” diyorlardı.
Daha bir gün önceden şehrin her yeri koca koca silahları olan asker ve polislerle dolup taşmıştı.
Turizm mevsiminin en cicivli günlerinde, Bodrum sokaklarında, deniz kenarlarında ve meydanlarda, turistlerden çok asker, polis vardı.
Ben Cuntacıbaşı'nın Bodrum’a gelmesinden hiç hazzetmediğimden, tezgahımda kafamı kaldırmadan çalışıyor, işime gücüme bakıyordum.
O gün sabah saat 10.00–10.30 gibiydi, tezgahımda limon bitmişti.
Renault station vagon (uzun belli) arabamla, yersizlikten babamın evinde sakladığım üç beş sandıktan, ikisini almaya gittim...
Turgutreis Caddesinden geliyorum, Kelerlik Mahallesini geçtim, Alaattin Hoca’nın evinin yola çıkıntısının en daralttığı yerden geçiyorum, sağ tarafımda giden bir mobilet (mopet) ve arkasında oturan iki kişiyi, çok yavaşlayarak özenle geçtim.
Limonlarımla birlikte saat 11.00 gibi, manavımın önüne geldim.
El frenini çekip, tam arabadan ineceğim, arabanın diğer kapı camından genç biri eğilip, yumruğunu suratıma uzatıp, “sen ne biçim adamsın yahu, ben senin ananı avradını, ulan şerefsiz adam, sen benim kim olduğumu biliyor musun" diyerek, suratıma, bana önce şaka gibi gelen, yumruklar atmaya başladı.
Ben 38 yaşında, o da olsa olsa, 30-35 yaşlarında, buğday tenli, zayıf yüzlü genç bir adamdı.
Ben bana şımarıklıklarla şaka yapmakta olan, tanıyamadığım, eski bir tanıdık arkadaşım, ölçüsüz, kaba biri olarak algıladığımdan, “yahu bir dakika, bagajdaki limonları indirip, arabayı bir selamete çekeyim konuşuruz, tamam, tanıyamadım seni” diyordum... O ise, bağırarak, küfürler ederek, "şerefsize bak, bir de tanımamazlıktan geliyor" deyip, yumruklarını sertleştiriyordu.
Ben geç te olsa bir dost olmadığını anladığımda, iki-üç sağlam yumruk yemiştim ve hızla el frenini çekip, arabamdan aşağıya atladım...
Onu güçlü kollarımla sarıp kucakladığım gibi, kaldırıp, ters çevirip, sırtüstüne getirip yere betonun üzerine vurdum.
Yüzü bana dönük, bindim bir eşek gibi üzerine ve sol elimle iki kolunu mengeneye alıp, boğazına bastırdım.
Artık sağ yumruğumu suratının ortasına indirmek üzereydim ki, o da ne, nerden geldiğini bilemediğim, balyoz gibi sert bir yumruk suratımda patladı. Sırt üstü geriye, manavların akıttığı pis suların içine yuvarlandım...
Sol elimle yüzümü yokladım, sağ kaşım patlamış, kan akıyordu.
Ben henüz, "neler oluyor, kim bu adamlar, benden ne istiyorlar" bile diyemeden, 13 manavın tüm çalışanları, hemen üstümüzdeki tüm sandviççiler, bana saldıran o adamları kapıp aldılar, çıkardılar yolun ortasına...
Kantar sopalarıyla öyle bir meydan dayağı başladı ki, ben “çocuklar, ne yapıyorsunuz bırakın öldüreceksiniz adamları” demek zorunda kalmıştım.
Yeni (Adliye) Caminin oraya kadar sürükleye, sürükleye, sille, yumruk, tekmelerle döverek götürdüklerini görüyordum adamları.
Nihayet kötü adamlar bir punduna getirip, kaçıp kurtulup, uzaklaşmıştı da, bizim mahalle, sandviççiler ve manavlar dükkânlarına geri dönmüşlerdi.
Herkes, tüm esnaf, “hocam sen dükkânına gir, elini yüzünü yıka, çıkar şu kanlı gömleği yıkayalım” diyorlardı. Dediklerini yaptım, girdim içeriye çıkardım gömleğimi, bakırdaki suyla elimi yüzümü yıkadım.
Komşu sandviççi Remzi ve manav Kadri dükkana yanıma girdiler.
Remzi, “Hüseyin Abi, sen hemen burayı terket abi, bu dövdüğümüz adamlardan genç olanı, emniyette gece bekçisi, öteki de abisi imiş, yedikleri dayaktan kaçarken, "şimdi karakola gidiyoruz, biraz sonra biz o komünistin anasını nasıl diktiriyoruz bak diyorlardı" dedi.
Eyvahlar olsun, karakol polisinin de kışkırtmasıyla, solcu ve sosyalist düşmanı Kenan Evren’in koruma polis ordusu da, bana zarar vermeye kalkar mıydı, kalkardı elbet...
O anda başıma toplananlara, “Ben bu adamları tanımıyorum, kim bu adamlar, benden ne istiyorlar, ben ne yapmışım onlara?” dediğimde, Remzi, “hocam arabanla bunları duvara sıkıştırmışsın, ellerini duvara çarpmışlar, o senin, kaşını patlatan yumruğu atan adam da, gece bekçisinin kardeşiymiş, motorun arkasında o oturuyormuş” dedi.
"Allahallah, ben şimdi onların gözünde, devletin bir gece bekçisini ve abisini, sırf gece bekçisi olduğunu bildiğim için, devlet düşmanlığı için dövmüş bir adam mı oluyorum yani, öyle mi?" diye düşünüp panikledim birden…
Bodrum’da devletin işi gücü vardı, derdimi kimseye anlatamazdım, koskoca Cuntacıbaşı geliyordu, beni kimse dinlemezdi. Herkes asayişi berkemal, şehri pür-nur etmekle meşguldü.
Yakaladıkları yerde, "vurun vatan haini komüniste" deyip, gözaltına alır, atarlardı beni nezarete, aklına esen iki tane tekme atar ve söver geçerdi.
Hay Allahım, ne yapacaktım ben şimdi?
Çalışanlarıma, "dükkana gelen beni soranlara, "demin söylemeden çıktı gitti, nereye gitti bilmiyoruz deyin” diye tembih edip, en yukarıdaki manav, merhum Macar Dayı’nın dükkanına gittim oturdum.
Zaman kazanıp, ne yapacağıma orada karar verip, orada planlayacaktım her şeyi.
Macar Dayının dükkânı, görüş bakımından, gelene, gidene, her yere çok hâkim, kendi dükkânım dâhil her yeri, her hareketi görebiliyordum.
Macar Dayı bakırı çeşmeden doldurmuş, önüme koymuştu, elinde de bir şişe su, hoca iç şu suyu, yıka şu elini yüzünü bir daha, yüzünde hala kanlar var” diyordu.
Su buz gibiydi, iyi geldi, çok ferahlamış, kafamı toparlamaya başlamıştım.
Bir sigara yaktım, tam içime çektim ki, Macar Dayı, “hoca bak, senin dükkan polis kaynıyor” dedi. 20-30 kişiydiler. “nerede o Hüseyin Anıl, nereye gitti, yok mu göreniniz” diyerek sesleniyordu her dükkana.
Allahtan, müşteriler, turistler, çarşıyı çok kalabalık etmişti de, o polisler, manav dükkânlarına girip, manavlara baskı yapamıyordu. Herkes dilinin ucuyla “yok abi biz görmedik” diyorlardı, duyuyordum.
Macar Dayı, elindeki kovayla su serpiyor rollerine girdi, “hoca bak buraya geliyorlar, aralarında yerli polis yok, sen çalışıyormuş gibi yap, ben yollarım onları” dedi.
İri kıyım bir sivil seslendi, “dayı, bu Hüseyin Anıl nereye gitti, sen demi görmedin” dedi. Macar Dayı’da, "ne görmesi kardeşim, küsüm ben o adamla, şeytan görsün yüzünü” dedi.
Polis de, “yakaladığımız yerde, dikeceğiz onun anasının şeyini” dedi gitti.
Hiç yoktan başım belaya girmişti.
Ben ertesi günü İzmir Hali’nde alışverişte olmalıydım, ben olmadan kim yapacaktı o işi? Alış veriş paramı, Barış Kooperatifindeki evinin kredi taksitini ödesin diye, bugün geri alınmak kaydıyla, şehrin emekli baş komiseri Yeşilova’ya (Şerif) vermiştim. Bugün işim o kadar çoktu ki, ne yapacağımı şaşırmış ve benim beynim neredeyse iflas edecekti, düşüncelerim karmakarışıktı.
Kararımı vermiştim, nezarete atılmamak, dayak yememek, gözaltına alınmamak için, ne yapıp edip, derdimi savcıya anlatıp, savcıya teslim olmalıydım.
Ama bu işi nasıl yapabilecektim? Savcı kimdi, ona nasıl ulaşabilecek, nerede bulacaktım onu, savcı beni anlayışla karşılayacak mıydı?
Derken, Macar Dayı’nın telefonu çaldı. Macar “kimsin ulen” diye açtı telefonu ve uzattı, “hoca seninkiler” dedi. Beş dükkân aşağıdan, benim dükkanımdaki çalışanım arıyordu, “anneniz aradı, eve polisler gelmiş, nerde senin bu oğlun demişler” dedi, kapattı.
Düşün düşün delireceğim, kımıldayamıyorum, kapana kısılmıştım.
Buldum, buldum, buldum, bu işi çözse çözse, emekli baş komiser Mustafa Yeşilova (Şerif) çözerdi. Yeşilova mutlaka savcıyı tanırdı. Şimdi mesele bir şekilde önce Mustafa Yeşilova’ya ulaşmaktaydı.
Saat 14.00 sularıydı, Yeşilova bu saatlerde, işletmekte olduğu şehir kulübündeki, sallanan sandalyesine yatar, şerif şapkasını yüzüne örter, birkaç saat uyurdu. Bunu biz yakın dostları, hepimiz bilirdik.
Eeee oraya gitmek, onu uykudan kaldırmak gerekiyordu, ama nasıl?
Şimdiki gibi cep telefonları yok, şehir kulübünün telefonunu da ben bilmiyorum.
O benim çok sıkı dostumdu, Bodrum'da bu problemi bir tek o çözerdi.
Macar Dayı’nın telefonunu kullanarak, ordan burdan sorup, şehir kulübünün telefonunu bulup çevirdim. Uzuuuun çalmalardan sonra, Yeşilova telefonu açtı. Uykulu sesini duymuş, sevinçten uçmuştum.
"Abi ben Hüseyin Anıl” dedim, “derdim büyük, acilen beni dinlemelisin” dedim. Yeşilova mahmur bir sesle, “numaranı söyle, kapat, ben elimi yüzümü yıkayayım, seni arayayım” dedi. Ben de, “hayır abi, sen önce beni dinle, sonra elini yüzünü yıka ve beni ara” dedim, ve hızla olan biteni ve işin aciliyetini anlatıp kapattım.
Beş dakika sonra döndü, “Hüseyin telaş etme, başsavcı dostumdur, ben şimdi ona açıp durumu söylerim, gelsin derse, atlar gidersin, evi annenin evinin bitişiğinde” dedi ve karşılıklı kapattık telefonları.
Beş dakika sonra, Macar Dayının telefon yine çaldı açtım, arayan Yeşilova idi. “Hüseyin bir taksiye bin, yat arka koltuğa, git Sabri İmbat’ın evinin ikinci kat kapısını çal, savcı karşında olacak, anlat derdini, korkma, telaşlanma iş temizlenecek” dedi.
Macar Dayı indi, Merkez Taksi'den birini ayarladı. Dükkanın önüne gelen taksiye, arka kapıdan, neredeyse, sürünerek girdim koltuğa yattım, gideceği yeri söyledim.
Taksici eliyle koymuş gibi, İmbat Çıkmaz Sokağı’nın ağzına getirip, “in hocam çıkmaza geldik, ben Tulumbabaşı’nda bekliyorum abi” dedi gitti.
Ben hızla inip, on beş saniyede savcının kapısını “tak tak” çaldım.
Kısa şortlu, üstünde atletiyle bir kişi kapıyı açıp, “buyurun ben savcı ….., siz Hüseyin Anıl’mısınız” dedi, “evet efendim” dedim, “gir içeriye” dedi.
“Elim ayağım, üstüm başım kirli efendim, ben girmeyeyim, buradan merdivenden anlatayım efendim” dedim.
“Peki” dedi, bir tabure uzatıp, “otur şunun üstüne, anlat bakalım neler oldu?” dedi. Yaşadığım her şeyi, bir makinalı tabanca hızıyla, sayıp döküp, anlattım.
“Peki benden ne istiyorsunuz?” dedi.
“Efendim, telefon edin, karakola gideyim, teslim olayım, kimse kılıma dokunmadan ifademi alsınlar, başka bir şey istemiyorum” dedim. Döndü, salona gitti, bir telefonla, benim duyacağım şekilde, biriyle konuşup, aradığınız adam Hüseyin Anıl şimdi size gelip ifadesini verecek, bir zarar görmesini istemiyorum” dedi kapattı.
Bir bira bardağı dolusu suyla bana gelip, “iç şunu biraz rahatla” dedi. Suyu bir dikişte yuttum. Savcı bey, “Şimdi hemen git, tüm ifadeni yazdır, gerisi kolay” dedi, bir oh oh çektim..
Merdivenleri hızla inip, yan taraftan duvardan atlayıp, anneme geçtim, iki ellerini de öpüp, “sıkıntı yok, merak etme, iş yoluna girdi” dedim ve hızla çıktım. Arkamdan ağladı kaldı.
Annemin evine 5-6 adımdaki Tulumbabaşı’nda bekleyen taksiye, yine arka koltuğa yatarak girdim. Kardeşim, “Çek Macar Dayı’nın manava” dedim.
Macar Dayı’ya, "bana Remzi’yi çağırın” dedim. Remzi’de taksiye bindi, taksi bizi İki dakikada iskeleye karakolun önüne getirdi, bıraktı ve döndü. Savcının talimatıyla, artık sokaktaki aramalarını kestiklerinden, tüm polisler karakola dönmüştü. İskele meydanı, karakolun yolu, önü kum gibi polisti.
Remzi'yle karakola yürüyorduk, benim saç, sakal, boy, pos, renk, kıyafet eşgalim anlatılmış olmalı ki, sivil ya da üniformalı tüm polisler öfkeyle bana bakıyorlardı.
Karakola elli metre kala, adeta bir polis koridorundan yürüyordum. Koridorun içindeki ve dışındaki istisnasız her polis küfrediyordu. O kadar ki, bazıları küfrederken, hızlarını alamıyor, yüzüme tükürür gibi yapıp, yere tükürüyorlardı.
Bıçkın Remzi, “Hocam hiç korkma, arkamızda savcı bey var, hiç biri hiçbir şey yapamaz, ben varım burada” diye o da, onlara çemkiriyordu.
Diş gıcırdatmaları arasında, bir komiserin önüne götürdüler beni.
“Hüseyin Anıl siz misiniz” dedi, “evet” dedim.
“Yahu kardeşim, küçücük ilçede, sabahtan beri, 500 polis seni arıyor, sen bulunmuyor, savcıya gidiyorsun, neden buraya gelmiyorsun?” dedi.
Ben de “Komiserim benden şikayetçi olanlar kimler, onları görmek istiyorum” dedim. Komiser de yan odaya seslenip, “gönderin o adamları buraya” dedi.
Adamlar geldi ve ilk kez göz göze geliyorduk...
Komiser öfkeyle, “Bak adamları ne hale getirmişsin, bu adam bizim gece bekçimiz, sen güvelik güçlerinden ne istiyorsun, ne alıp veremediğin var senin bizimle?” diyordu.
Karşımdaki masaya daktilonun başına bir polis memuru gelip, oturdu, kağıdını karbonunu takıp, satırbaşı yaptı, ve işte ifade başlıyordu.
Adamların durumu gerçekten çok kötüydü, her yerleri odun yara beresiyle doluydu, ikisinin de gömlekleri parçalanmıştı.
Komiser, zayıf olanına, bekçiye, “hadi anlat olan biteni” dedi.
Bekçi, sesi ağlamaklı, benim kendisini, “bilerek ve isteyerek, o dar sokakta sıkıştırdığımı, neredeyse, ezip öldürmek istediğimi” anlattı.
Bana dönüp, “Hüseyin Anıl sen ne diyorsun, bak ne diyor adam senin için” dedi.
“Komiserim, ben bu adamları bugünden önce, ne tanıdım, ne de gördüm. Sıkıştırdığımı söylediği yer daracık bir yer, ben onların orada olup olmadıklarını bile bilmiyorum. Ben bu sabah oradan, oldukça sıkıntısız geçtim, eğer benim fark etmediğim, benim arkamdan bir şey yaşamışlarsa, ki olabilir, ben bunu bilemem. Ama bildiğim şey, bu adam benim dükkanıma kadar beni takip edip, dükkanımın önünde, onlarca defa küfrederek, suratıma yumruklar atarak, herkesin gözü önünde bana saldırdığı gerçeğidir. Ve de ilaveten, diğeri arkamdan gelip, suratıma yumruğu yapıştırıp, işte şu gördüğünüz kaşımı patlatmışlardır. Bunun adı haneye tecavüz, ve mekanda kişiye darptır, davacıyım” dedim.
Komiser, “peki kardeşim bu adamları bu hale kim getirdi” diye sordu.
Bende daktilografın rahat yazabileceği hızla konuşarak, “Komiserim, ben bu adamlara tek bir fiske bile vurmadım, malesef çok istediğim halde vuramadım, kimler vurdu ben görmedim” dedim.
Komiser, bu kez döndü bekçinin abisine, “sen anlat bakalım, neler oldu orada” dedi.
Bekçinin abisi, kararlı bir ses tonuyla, “Evet komiserim, biz bir araba dayak yedik ama gerçekten bu adam bize, tek bir fiske bile vurmadı. Biz iki kardeş, bu adama dükkânının önünde saldırınca, bizi orada bulunan esnaflar bu hale getirdi.
Hakikaten bu adam bizi, biz bu adamı daha önceden tanımıyoruz.
Ben bu adamdan özür diliyorum. Kabahat benim kardeşimindir. Adam arabasıyla bize dokunmadan geçebilmek için çok çalıştı, aslında bize olan hiçbir şey yoktu. Kardeşim, önce yol vermek istememişti, hoca bizi geçtikten sonra, kardeşim elini biraz duvara sürttü, ben mobiletin arkasındaydım, her şeyi gördüm, hepsi bu kadar. Ama hocanın komünist olduğunu, ona bunu ödeteceğini söyleyerek, motoru sürdü ve hocanın manava geldik. Hoca güçlü kuvvetli adam, kardeşimin yaptıklarına dayanamayıp, onu yere vurunca, üstüne çıkıp, yumruğunu kardeşimin suratına indireceği anda, ben de kardeşlik güdüsüyle, hocaya arkasından gelip, yumruğumu vurdum, pişmanım” diyordu.
Nasıl rahatlamıştım anlatamam size, içimden, “işte insanlık” dedim.
Bekçi, öz abisinin kendisini sattığını, amirlerinin karşısında onu küçük düştüğünü düşünerek, abisini yalanlamaya kalktıysa da, oradan Remzi’de lafa girip, “ulan yalancı, elli tane insanın, gözü önünde yaptınız bunları, hocam asla öyle şeyler yapmaz, biz hepimiz onu tanırız, sizi biz dövdük” deyiverdi. Arkasından "bak komiserim, gideyim, tüm manavları ve sandviççileri çağırayım, hepsi aynı şahitliği verirler” dedi.
Komiser, şaşkınlıkla bekçiye dönüp, “Oğlum sen Allahallah” diyebildi.
Odadaki başka bir masada oturan, sessizce tüm konuşmaları dinleyen sivil biri, komiserden izin isteyip, beni dışarıya çıkardı. “Abi ben karakol amiriyim, bekçi ile abisi elinizi öpsün, al ikisini de çıkın dışarıya, çarşıdan geçerken iki gömlek al onlara, helalleş affet gönder gönder, cahil bunlar” dedi.
Geçtik içeriye, karakol amiri bekçiye dönüp, "eşşek herif, özür dile ve öp hocanın elini ve hadi artık gidin buradan” dedi, daktilodaki evrakları söküp çıkardı yırttı attı.
Amirin dediklerini yaptılar, ben de, "komiserim teşekkür ederiz deyip, Remzi hadi çıkalım" dedim.
Ben karakoldan çıkar çıkmaz, Remzi’ye “sen işi hallet, iki gömlek al bunlara” dedim ve koşarak, Mustafa Yeşilova’ya gittim, savcı bey de, oradaydı.
Yeşilova'ya abi sen olmasaydın, savcı bey de yardımcı olmasaydı, şu an şimdi, benim şu belim karnımdan yumuşak olacaktı, İkinize de çok teşekkür ederim, bu iyiliğinizi unutamam" deyip çıkarken, Yeşilova, arkamdan gelip, ödüncünü bir zarf içinde geri verdi.
Gün akşam olmuştu.
Bu adam, İzmir yolcusuydu...
Öykünün ve yazarının dip notu;
Mustafa Yeşilova bir Dersimlidir, "Kopo" ve "Karasu" romanlarının yazarıdır. Hürriyet ve Milliyet "Yılın Romanı" ödüllerini kazanmıştır. #ÜsenHocaAnladıdduru kitabımdan (Sayfa 176-186) bir anı-öykü...