“Dostum dostum güzel dostum/bu ne beter çizgidir bu/bu ne çıldırtan denge/yaprak döker bir yanımız/bir yanımız bahar bahçe” Hasan Hüseyin KORKMAZGİL
Tüm dünyada 350 bini aşan, ülkemizde 4 bin beş yüze yaklaşan insan kaybıyla, insanlığı adeta teslim alan bir salgın dönemi yaşıyoruz. Salgın ve yarattığı travmalarla evlerde geçen günler, daralmalar ve çıkışı düşünmekle, umut etmekle geçen günler… Ardından Ramazan Bayramı ve kucaklaşamadığımız yakınlarımız, dostlarımız… Ekim ayında kaybettiğim sevgili annemi ve 1978’te kaybettiğimiz babamı Kavaklıdere mezarlığında ziyaret edememenin acısı, hüznü… Sanal dünyada salgının yarattığı hüzünle mekanik bayramlaşmalar ve salgının gerilediğini ilişkin veriler, salgın öncesi yaşama dönmek ile ilgili heyecanlar…
Tüm bu süreçlerde zaman zaman Özdere’nin deniz gören dağlarında çam ağaçlarının altında kuş cıvıltıları, otlayan keçi ve koyunların boyunlarındaki çıngırakların çıkardığı o doğal sesler arasında yaptığımız yürüyüşler, şiirler, müzik ve sonbaharda yayımlamaya planladığım “Tanıklıklarla Köy Enstitüsünden İlköğretmen Okuluna Akçadağ Aydınlığı” kitabı hazırlıkları salgın modundan kurtuluşla ilgili arayışlardı. Bahçedeki ortanca çiçeğinin renklenme süreci, Melisa çiçeğinin kokusunu duymak sevinci ve diktiğim domates ve biber fidelerinin dökmeye başlamasını izlemek doğayla kurduğumuz rahatlatan ilişkiler oldu. Tüm bunlara rağmen sevdiklerimizden, yakınlarımızdan, toplumsallıktan, bireysel özgürlüklerimizden uzaktık. Salgının yarattığı bir hapishane vardı ve adeta orda yaşıyorduk. Hapishaneyi kendi içimize taşımamalıydık tıpkı 26 Eylül 1945’te Nazım Ustanın yazdığı gibi: “Ufak iş bizimkisi./Asıl en kötüsü: bilerek, bilmeyerek/hapisaneyi insanın kendi içinde taşıması...”
27 Mayıs Çarşamba günü sabahı 2.5 ay sonra bazı işlerimi görmek için İzmir yollarındaydım. Trafik yoğundu ve yağmur çiseliyordu. Özlemiştim yolculuk yapmayı ve çevreyi gözlemliyordum… Trafiğin akışını, insanların bir yere ulaşma duygularını hissedebiliyordum. Menderes çıkışından Buca-Tınaztepe üniversite yerleşkesine gelinceye kadar yaklaşık 20 adet kolej yani özel okul levhası gördüm. Son okuduğum bir eğitim raporuna göre Türkiye’de özel okul oranının %25 olması gerçeğini düşündüm. Özel okulların öğrencilerden aldığı ortalama yıllık fiat 60 bin lira civarında, yani ayda 5 bin lira… Yolculuk boyunca kafamdaki soru “kimler bu rakamı ödeyebilir?” idi. Üniversitedeki odama varıncaya kadar eğitimin piyasalaşması ve yarattığı eşitsizlikleri ve kamusal eğitimin nasıl çökertildiğini düşündüm. Köy Enstitülerini görmeyip Finlandiya eğitim sistemini övgüler yağdıran kesimler Finlandiya’da özel okul olmadığını biliyorlar mı acaba… Önümüzdeki dönemlerde İlerici siyaset kurumunun temel görevi tüm okullarımızda nitelikli, laik, demokratik, bilimsel eğitimi hayata geçirmek olmalıdır. Salgın dönemlerde yapılan ve basına yansıyan bir araştırmaya göre çocuklarımız yurt dışında eğitim görmek istiyorlar… Hayat ve özellikle salgın süreci gösterdi ki Türkiye’nin acil bir eğitim reformuna gereksinimi çok açık…
Salgın sürecinde televizyon yayınlarını da izlemek durumunda kaldık. Televizyon kanallarının yayın politikaları bu dönemde çok çok geriydi. İnsanı geliştirmeyen, tüketimi pompalayan, estetik ve zerafet beğenisi kazandırmayan programlar ve filmler. Aynı filmi tekrar tekrar yayınlayan kanallar… Televizyonlardaki tartışma programları bir komediydi adeta… Ülkemiz televizyon tarihinde Ali Kırca’nın yaptığı “siyaset arenası” programlarını düşündüm. Her alanda uzmanlığı öne çıkmış, süreçleri nesnel olarak değerlendiren aydınlar, sanatçılar, bilim insanları ve siyaset insanları bu oturumlara katılır ve düşüncelerini paylaşırlardı. Bu süreçte ise her oturuma çıkartılan, nesnellikten uzak yandaş konuşmacılar vardı ekranlarda… Basının ve medyanın temel görevi olan halkın haber alma özgürlüğünü yerine getiremediği çok belirgindi.
Salgın döneminde gözlemlediğim bir başka sorun ülkedeki politizasyon ve kutuplaşma… Salgın sürecinde Sayın Cumhurbaşkanı Korona virüsü ile başlayan konuşmaları ana muhalefetle bitiyordu. Kullanılan dil barış dili değildi. Merkezi iktidar, yerel iktidarlara savaş açtı ve muhalefetin elindeki büyükşehir belediye başkanlarının halka hizmet sunmasını engellemek için her şey yapıldı adeta… Kamuoyu bu tartışmaları ve yaşanılanları acıyla izledi. Salgın döneminin yarattığı olumsuz psikolojik ortamda bu tartışmaların ülkeye olumlu bir şeyler katmadığı bir gerçekti.
Tüm bu tartışmalar yaşanırken İzmir’de yaşanan provokasyon da ilginçti. İzmir’de camilerin bir bölümünde frekanslarını girilerek “Çav Bella ve Yuh Yuh” müzik parçalarının çalınması tam bir mizansendi. Her şeyden önce cami yayın sisteminden bu parçaların çalınmasını kabul etmek mümkün değildir. Siyasal iktidar elindeki tüm iktidar olanaklarıyla bunları yapanları bulmak zorunluluğu vardır. Bunun üzerinden ülkedeki kutuplaşma yaratmak ve saatlerce TV kanallarından tartışma konusu yapmak sorumlu davranışlar değildi.
Salgın döneminin en önemli sorunlarından biri de virüsün yarattığı ortamı sürekli hale getirecek siyasal otoriter arayışlardır. TBMM’ne sunulacağı öne sürülen yasa tasarıları bu arayışların somut kanıtlarıdır. Salgın süreci bizlere laik, bilimsel eğitim ve daha özgür ve demokratik bir topluma olan istencimizi öne çıkarırken bir kesimde otoriterleşmeye öne çıkaran eğilimlerin ortaya çıkması endişe vericidir ve düşündürücüdür. Bu anlamda Cumhurbaskanlığı hükümet sistemi adı verilen ve parti devleti gibi çalışan sistem bu dönemde tartışmaya açılmıştır. Son günlerde medyaya yansıyan il başkanı gibi davranan vali profilleri çok somut örneklerdir. Cumhurbaşkanlığı hükümet sistemi toplumun ortak aklını ve demokratik kültürünü, birikimini yok etmektedir. Sayın Cumhurbaşkanı AKP dışındaki diğer siyasi partilere aidiyetleri olan yurttaşların cumhurbaşkanı olamıyor… Toplumun yüzde ellesini dışlayarak bir ülke yönetilebilir mi? Toplumun açık, şeffah ve hesap verebilir bir demokratik yönetime gereksinimi vardır. Siyasal iktidardan koparak iki farklı parti yapısı oluşturan çevreler de benzer açıklamalarla ülke gündemine bu tartışmayı katmaktadırlar…
Tüm bu süreçleri aydın sorumluluğuyla yazmak tartışmak boynumuzun borcu. Düşünsel farklılıklarımızı zenginlik olarak bakan bir ülke düşünü hayata geçirmemiz gerekiyor artık. Salgın öncesi hepimizin öyküleri, özlemleri ve arayışları vardı. Şimdi bu öyküleri yarım bırakmamak, umutlarımızı gerçekleştirmek adına yazmaya, çizmeye, şiir okumaya ve umutlu şeyleri yaratmaya devam edeceğiz. Sonsöz Küçük İskender’de: “De gülüm!/ De ki: ela bir günde geleceğim/İstanbul darmadağın olacak, saçlarım/ darmadağın. Hepsi, darmadağın!/üzülme gülüm! Toparlanacağız, birlikte,/ ayağa da kalkacağız, yürüyeceğiz de gülüm/hem de çelikten toprağını dele dele hayatın!”