“…Yaralıydı, yorgundu, fakirdi millet, en azılı düvellerle dövüşüyordu fakat/dövüşüyordu, köle olmamak için iki kat/ iki kat soyulmamak için…” NAZIM
Nazım’ın Kuvay-ı Milliye destanında Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal’in önderliğinde gerçekleştirilen 30 Ağustos ve Kurtuluş Savaşı hepimizi derinden sarsan yukarıdaki dizelerle anlatılmıştı. 100 yıl önce emperyalizme karşı verilen bu haklı savaş, özgür ve bağımsız bir ülke hedefiyle laik demokratik Cumhuriyete giden onurlu yolculuğun kilometre taşı olmuştu. Orta çağı yaşayan bir toplumdan yeni çağa akıl ve bilimle, sanatla, kültürle geçiş önümüzdeki yıl 100.yılını kutlayacağımız Cumhuriyetle gerçekleşecekti. Tüm yurtta olduğu gibi 30 Ağustos yaşadığımız Özdere’de ADD ve Yeni Kuşak Köy Enstitülüler Derneği Kızılçullu şubesi ortak etkinliği ile görkemli bir şekilde kutlandı. Bu kutlamalar aynı zamanda siyasal İslamcıların, imamlarından ilahiyatçılarına basına yansıyan çağ dışı değerlendirmelerine halkın yanıtıydı…
NELER OLUYOR?
Bu yazıyı yazarken televizyonda doğal gaz ve elektriğe gelen yeni zam haberleri ekranlara yansıyordu. Ülkeyi yönetenlerin “sabır dileklerine” rağmen yaşanan ekonomik krizin hayatımızı yoğun bir şekilde etkilediği, yoksulluk ve eşitsizliklerin yoğunlaştığı, alt gelir gruplarındaki ailelerin adeta yaşama savaşı verdiği bir dönemi yaşıyoruz. Ekonomik kriz ile birlikte siyasal iktidarın kültür ve sanat karşıtlığıyla birçok festival ve konserin de iptal edildiğini gördük. Son olarak İlkay Akkaya’nın Adana ve Mardin konserlerinin iptali basında yer aldı. Sorunlarını dile getirmek isteyen özel okul öğretmenlerine polisin sert müdahalesi hepimizi incitti. Her hak arama, kendini anlatma mücadelesini terörle ilişkilendirilir mi? Toplum nasıl nefes alacak?
Bu dönemde yapılan bazı açıklamalar sanki ekonomik krizi unutturmaya amaçlıyordu. Zafer haftasında eski TBMM Başkanı İsmail Kahraman’ın tıpkı Fesli Kadir’in Ulusal Kurtuluş Savaşı için “Keşke Yunan galip gelseydi” değerlendirmelerine benzer şekilde "İstanbul'un kurtuluşu 6 Ekim, kim demiş?.. İzmir'in kurtuluşu 9 Eylül, kim demiş?.. Ne münasebet. Cihan harbi bitmiş, müstevliler alacaklarının birkaç kat mislini aldı ve öyle gittiler. Kurşun sıkmadık ki!.." şeklindeki gerçeği yansıtmayan yorumları karşımıza çıktı. Daha önce de laiklik karşıtı söylemleri ve anayasanın ilk dört maddesinin değişmesi önerileriyle de ülke gündeminde yer alan Kahraman ve temsil ettiği siyasal İslamcı anlayış tarihi çarpıtma yarışındaydılar adeta. Kurtuluş Savaşında 8 yıl askerlik yapan, İstiklal Madalyasını onurla sakladığımız sevgili dedem ve Ulusal Kurtuluş Savaşı kahramanları adına tarihi-siyasi körlük içeren bu yorumları yapanları kınıyorum. İ.Kahraman gibi bir ilahiyatçı akademisyeninin namaz kılmayanın önce dövülmesi sonra öldürülmesi gerektiği şeklindeki yorumu, yine bir imamın müzik dinlemeyi günah sayan beyanları, sokakların kadınlar yüzünden kasap dükkanına dönüştüğünü ifade eden imamın açıklamaları, çocukların giyim tarzlarına itiraz eden ve pedofil savunuculuğu yapan imam yorumlarıyla geçen bir ağustos ayı yaşadık. Cuma hutbesinde Cumhuriyetimizin kurucusu Mustafa Kemal Atatürk’ün adını anmamak için her tür çabayı gösteren Diyanet İşleri Başkanlığıyla ve bu imamlarla Türkiye Cumhuriyetin 100. Yılına nasıl girecek? Bu soruyu toplum olarak düşünmeli ve tartışmalıyız. Siyasallaştırılan, araçsallaştırılan bu din anlayışıyla Cumhuriyet tüm kurumsal kimliklerini kaybediyor.
GÜLŞEN VE İMAM HATİPLER
Türkiye, kısa bir süre önce binlerce öğrencinin girdiği KPSS sınav yolsuzluğu sürecini yaşadı. Sorular çalınmıştı… Çok açık bir adaletsizlik vardı. Bir hafta boyunca ÖSYM’deki kadrolaşma, liyakatın önemi konuşuldu… Soruşturmalar açıldı, ama sonuç yok. Bugün ise unuttuk. Süreç ÖSYM’nin başına İsmailağa Cematiyle içli dışlı bir akademisyen getirilerek sanki kapatıldı. KPSS ardından ülke gündemine pop sanatçısı Gülşen, sözleri, tutuklanışı ile tartışmalar ülke gündemine girdi. Gülşen’in dört ay öncesi imam hatip çıkışlı bir yakın arkadaşı için kullandığı ifadeler medyaya verilerek yeni bir gündem oluşturulmuştu. Gülşen’in özür dilemesine rağmen ona yapılan saldırılar, imam hatipler ile ilgili söylediği sözler nedeniyle bir şekilde tutuklanışı ve 4 gün sonra serbest bırakılması ülkedeki hukuk garabetini ortaya koydu. Bu süreç imam hatip tartışmasını tekrar ülke gündemine kattı. Gülşen’in ifadelerindeki genellemelere ben de katılmıyorum ama Türkiye’nin bir imam hatip sorunu olduğu çok açık. Sözcü gazetesinde Deniz Zeyrek’in 29 Ağustos’ta yazdığı yazı başlığı ile soralım: “İmam Hatip Liseleri Kutsal Mıdır? “
Yirmi yıldan beri ülkeyi yöneten siyasal iktidarın eğitim politikaları, dinselleştirme ve piyasalaştırma üzerine kurgulandığı çok açık. Din gibi değerli bir kurum bu dönemlerde siyasal iktidarın arka bahçesi olması için her şey yapılmıştır. İmam hatip okullarının, ilahiyat fakültelerinin, İslami Bilimler Fakültelerinin sayısı bu dönemde hızla arttırılmıştır. Her yıl yaklaşık 30 bin öğrenci İlahiyat ve İslami Bilimler Fakültesine yerleştirilirken yapılan değişikliklerle LYS sınavlarında öğrencilerin imam hatip liselerine zorunlu kayıt yaptırmaları sağlanmıştır. Ülkeyi yönetenler bu okulların sayısının arttırılmasını yurttaşların talebi olduğunu iddia ediyorlar. Gerçek böyle mi? Gerçek; siyasal iktidarın ilahiyat ve imam hatip diplomalarını kamuda iş bulmada sağladığı olağanüstü önceliktir. Bu diplomalar kamuda iş garantisi sağlayan belgelere dönüşmüştür. Basına yansıyan öğretmen atamalarında en çok atanan öğretmen grubunda din dersleri öğretmenleri olması bunun somut örneklerindendir. Yine üniversite rektörleri, valileri, kaymakam atamalarında, okul müdürü-yardımcısı atamalarında, imam hatip ve ilahiyat çıkışlı olmak önemli tercih nedeni olmuştur. Bürokrasi din eksenli eğitimden geçenlerle şekillendirilmiştir adeta…
İmam hatiplerde okuyan çocuklar bu ülkenin çocukları. Bu ülke 1940’lı yıllarda yoksul köy çocuklarını alarak Köy Enstitülerinde eğitim görmelerini sağlayarak öğretmen ve sağlıkçı olarak Anadolu’ya göndermişti. O çocuklar enstitülerindeki özgün eğitim sistemiyle kendilerini yeniden yaratmışlardı. Köy Enstitülü yazarlar kuşağı ortaya çıkmıştır. Onlar her tür adaletsizliğe karşı çıkarak ülkedeki demokrasi mücadelesine omuz vermişler demokratik öğretmen hareketinin öncüleri olmuşlardır. Ülkenin tüm sorunlarını kendilerini dert edinmişlerdi. İmam hatip okulları da hemen hemen aynı kesimden öğrenci almaktadır. Binlerce imam hatiplinin ülkedeki haksızlıklara, adaletsizliklere, kadın cinayetlerine, doğa ve çevre katliamlarına, sanatsal etkinliklerin yasaklanmasına karşı verdikleri herhangi bir tepki yok. Aynı tabandan öğrenci alan iki farklı eğitim kurumunda verilen eğitim ve çıktıları böyle… Bir gariplik yok mu? Bir kadın öldürüldüğünde, orman yangınlarında, Soma’da toprak altında madenciler canlarını kaybederken, son günlerde ortaya çıkan yolsuzluklardan imam hatip çıkışlı yurttaşlarımız hiç vicdanen rahatsız olmuyor mu? Bu soruları hep tartışmak durumundayız.
SONUÇ VE ÖNERİ
Türkiye, biran önce rasyonel akla dönerek yargının bağımsızlığını öne çıkaran laik, demokratik bir ülke olmanın gereğini yapmalıdır. Bu ülkede hiç kimsenin dinle ilgili bir sorunu yoktur. Ama dinin araçsallaştırılmasıyla ilgili, kamuda tarikat ve cemaatlere alan açmakla ilgili, liyakatsız atamalarla ilgili sorunları vardır. Türkiye bu sorunları aşmak zorundadır. Ülkede verilen eğitim sistemiyle iki tür insan yetiştirilmemelidir. Öğretim Birliği Yasası bu nedenle çok önemlidir. İmam hatiplerde akıl ve bilim karşıtı bir iklim vardır. İmam hatipler ülkenin gereksinimlerine göre yeniden yapılandırılmalıdır. İmam hatipleri yücelterek diğer okullarımızı değersiz kılmak haksızlıktır. Ülkemizin bütün çocukları ve okulları değerlidir. Türkiye, bir an önce yurttaşlar arasındaki bölünmeyi, ayrıştırmayı, parti devletini öne çıkaran Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sisteminden demokratik parlamenter sisteme dönüşün yollarını üretmelidir.
Bugün 1 Eylül Dünya Barış Günü… Ülkemizde ve Dünyada çocuklar, kadınlar, tüm insanlar ve doğayı beraber paylaştığımız canlılar için barış talebimiz var. Son söz Yaşar Kemal’de: “Dağlar, insanlar ve hatta ölüm bile yorulduysa, şimdi en güzel şiir barıştır”