Ülkemizdeki en önemli siyasi münazaralar arasında kuşkusuz mevcut sistem tartışması gelmekte. Özellikle son aylarda başta CHP olmak üzere muhalefet partilerinin üstünlük sağlamaya başladığı gündemi belirleme yeteneği ile sistemin Cumhurbaşkanlığı Hükümet Sistemi içerisinde girdiği sorunlu yol bugünkü anayasa ve sistem tartışmalarının temel iki besleyicisi durumda. Benzer tartışmalar gümümüzde uluslararası ilişkiler ve küresel siyaseti ilgilendiren alanda da tüm hızıyla devam ediyor.
Malumunuz daha önce çok defa bahsettiğim dünya siyasetine hâkim söylemin ana gövdesini son 7-8 yıldır popülizmin bir sonucu olarak post-truth yöntem ve eylemleri oluşturmaktaydı. Türkçesini gerçeklik sonrası olarak yapabileceğimiz post-truth kelimesinin anlam ifade ettiği durum ise “doğru olarak anlatılanın gerçek olmaması” sorunsalı oldu bu yıllar içerisinde. Aslında gerçekliği anlamsızlaştıran bu durum maalesef dünyanın yeni gerçekliği olmakla beraber küresel siyaseti birçok krize doğru sürükledi. ABD’de önceki Başkan Trump’ın seçilmesi, İngiltere’nin Brexit ile birlikte Avrupa Birliği’nden ayrılması, Macaristan, Polonya gibi Avrupa Birliği üyesi ülkelerin otoriter, hukukun üstünlüğü tanımayan liderler tarafından yönetilmesi gibi sonuçları oldu. Bu noktada size anlatmak istediğim kavram, uluslararası ilişkiler çalışmaları içerisinde yukarıda anlatmaya çalıştığım durumun neticesinde oluşan yönetim ve sistem şeklini anlatıyor: Rekabetçi Otoriter Rejimler.
Otoriter rejimler tarih boyunca siyaset sahnesinde varolmuşlardır. Bu rejimlerle ilgili temel düşünce ise iki ana siyasal rejim tipi olarak kabul gören totaliter rejimler ve liberal demokrasilerinden birine dönüşeceği varsayımıdır. Ancak otoriter rejimlerin günümüze kadar varolmasının sebebi ise bu rejimlerin iki ana siyasal rejime dönüşmeyip melez/gri sistemler olarak adlandırılan ara tiplerin ortaya çıkmış olmasıdır.
İki Amerikalı siyaset bilimci Steven Levitsky ile Lucan A. Way tarafından kavramsal çerçevesi 2002 yılında Harvard Üniversitesi’nde yazdıkları “THE RISE OF COMPETITIVE AUTHORITARIANISM” adlı bilimsel çalışmalarında çizilen Rekabetçi Otoriterlik durumu aslında günümüzde birçok rejimin dönüşümünü açıklar nitelikte. Şu an dünyanın farklı bölgelerinde çeşitli rejimleri bu kavramsal çerçeve içerisinde açıklayabiliyoruz.
Rekabetçi otoriter rejimlerde iktidara gelmenin tek meşru yolunun seçim kazanmak olduğu temel bir gerçeklik. Bu seçimlere de ülkede bulunan tüm siyasi partiler katılırlar ve bu rekabet içerisinde yer alırlar. Ancak sorun bu rekabetin ne kadar adil olduğudur. Seçilmenin temel meşru alanı kazandırdığını düşünen ve iktidarda bulunan siyasi parti tüm kamu kaynaklarını seçimler sırasında kendi menfaati için kullanır. Ayrıca bürokrasi üzerinden kurduğu baskı ile sivil toplumdan, iş dünyasına kadar hemen tüm kurum ve kuruluşları himayesi altına alır. Bu nedenle de otoriter rejimler olarak kabul edilirler. Seçimle hükümete gelmenin sağladığı meşru alanla birlikte diğer demokratik aygıtlar üzerinde kurduğu baskı nedeniyle “melez” rejim olarak kabul edilirler. Çok partinin katıldığı seçimlerin yapılması ve devamının sağlanması rejimin demokratik alanda kaldığının göstergesi “gibi” olmakla beraber kurulan düzen nedeniyle serbest, adil seçimler düzenlenmediği için demokratik kabul edilmezler. Dolayısıyla böyle bir melez ve karma bir rejim ortaya çıkıyor.
Konu çok uzun bir akademik tartışmayı beraberinde getiriyor. Bir tür melez rejim çeşidi olan rekabetçi otoriter rejimlerde anayasa mahkemelerinin sınırlandırılması otoriterleşme sürecinin önemli aşamalarından biri olarak kabul edilir. Geçtiğimiz haftalarda Polonya ve Macaristan’ın Avrupa Birliği ile yaşadığı gerilim bana bu tartışmayı hatırlattı. Türkiye’nin de için bulunduğu sistem tartışması içerisinde akılda tutulması gereken rekabetçi otoriter rejim kavramını size çok özet şekilde aktarmaya çalıştım.