Geçen haftalarda birinci sınıfa giden ve yeni okuma yazma öğrenen oğlum, elinde bir kağıtla geldi okuldan. Kağıtta bir çizelge vardı. Çizelgede okunan kitabın adının ve sayfa sayısının yazılacağı sütun yer alıyordu. Bir hafta boyunca okuduğu kitabın adını ve okuduğu sayfa sayısını not etti. İkinci hafta kütüphanesinden kitap seçerken resimli ve büyük puntolu kitapları seçmeye özen gösterdiğini fark ettim, fakat bu fark edişimi çocuğun dünyasında bir şeye yoramadım. Bir iki gün sonra anladım, söz konusu seçiciliğinin altında daha fazla sayfa sayısı yazabilmek olduğunu. Söylediğine göre, sınıfta bir yarışma havası oluşmuş. Herkes birbirinin kaç sayfa okuduğunu takip ediyormuş, hatta arkadaşlarının anneleri sınıftaki çocukların kaç sayfa kitap okuduğunu soruyorlarmış kendi çocuklarına. Oğlum da geride kalmamak için bu yolu denemeye karar vermiş.
Bu küçük vak’a, kültürel kodlarımıza ilişkin ipucu niteliğinde. Beklentim ve isteğim, çocuğun öğrenmeye ilişkin zihinsel performansının en üst seviyede olduğu bir yaş döneminde, öğrenme sürecini keşfetmesi, okuduğunu anlaması, anladıklarını zihninde işlemesi, zihninde imgelemleri oluşturması, bunları kendi cümleleriyle ifade etmesi iken süreci göz ardı ederek sonuca odaklanan bir atmosferin veliler aracılığıyla sınıfa sokulmasından rahatsız oldum elbette. Öteden beri velilerin bilinçlenmesi ve okullardan eğitim adına taleplerde bulunmasının önemini vurguluyorum. İster resmi ister özel okullarda fark etmiyor, okul aile birlikleri bu işlevi yerine getirebileceklerken genellikle yardım derneği gibi çalışıyorlar ve gündemleri çoğu zaman eğitim içeriğinden yoksun oluyor. Velileri temsil eden okul aile birlikleri, ciddi bir eğitim paydaşıyken bu rollerini ne yazık ki yerine getiremiyorlar. Onlar da eğitim sisteminden yakınan fakat sorumluluk ve görev söz konusu olduğunda bulunamayan çoğunluk arasında kayboluyorlar.
Süreci bir yana bırakıp sonuca odaklanan rekabetçi ve hırsçı yaklaşımın eğitim adına kaybettirdiklerini bir yana bırakıp bu olumsuz tutumun öğrencileri, nasıl da hileye, hinliğe yönlendirdiğine, öğrencinin kendi potansiyelini en iyi biçimde kullanma çabasını bir yana bırakmasına ve sonrasında arkadaşlarına karşı kıskançlık, hasetlik duygularını beslemesine zemin hazırladığına dikkatlerinizi çekmek isterim.
Görüyoruz ki bireyden başlayıp kurumlara ve oradan da toplum düzeyine kadarterk etmemiz gereken noktalar var. Bunları düşünürken ODTÜ’nün efsane hocası Muhan Soysal’ın kendisiyle yapılan bir konuşmada anlattığı bir anısı geldi aklıma. Muhan şöyle diyor: “Mesela, benim küçük kızım liseyi Amerika’da okudu. Lisede spor karşılaşmaları olur, biz de giderdik. Yarışı seyretmeye giden çocukların her birinin ailesinde ucuz ya da pahalı, bir kronometre olur, çocuklarına kronometre tutarlardı. Sonuçta ‘Sen 14 saniyede koştun Ama geçen gün 13.5 saniyede koşmuştun.’ Ya da “Geçen gün 14 saniyede koştun, şimdi 13.5 saniyede koştun, bravo falan derlerdi. ‘Sen John’dan ya da Mary’den daha hızlı koştun’ demezlerdi. Bizde öyle değil. Bizde daime birisiyle karşılaştırırız. Ayşe’nin notları çok iyiydi. sen niye onun kadar iyi yapamadın?” deriz. Toplum olarak bu kıskançlık duygularını sürekli besliyoruz.”
İyi kötü, güzel çirkin, doğru yanlış, haklı haksız, meşru gayrimeşru değerlendirmelerinin dayanak noktası olan kültürel kodlarımız hakkında düşünmemiz gerekiyor, hem de gerçekçi, önyargısız ve temiz bir zihinle. Kültürel kodlarımızın haritası disiplinler ve paradigmalar arası işbirliğiyle ve çok faktörlü analizler yardımıyla çıkarılmalı. Toplumsal akort niteliğindeki söz konusu kültürel kodlarımızın tarih içinde süreklilik ve kırılma gösterdiği noktalar saptanmalı. Süreklilik gösterenlerin, temsil ettikleri ilke ve değer dünyalarıyla bağı güçlendirilmeli, kırılma gösterenlerinse ana kaynakla tekrar aşılanması sağlanmalıdır. Nasıl mı? Siyaset ve ekonomik aktörlerin lokomotifliğinde eğitim aracılığıyla değerlerin kurumsallaşmasını sağlayarak.