HER ŞEY BİZ YAŞARKEN OLUYOR

Barış Aygener 10/01/2017 - 10:37:53

Bir toplumsal sistemin herkese açık ve sağlıklı olduğunun en somut göstergelerinden biri, sistemi işletenlerin emeklerinin, gayretlerinin karşılığını almalarıdır. Çalışan emeklerinin karşılığını alamıyor, görevinde yükselemiyorsa, öğrenci çalışmalarının somut karşılıklarına kavuşmuyorsa, ticaret erbabı yaptığı yatırımın meyvelerini toplayamıyorsa sistem, bir süre sonra tıkanır. 
 
Çalışma yaşamında bir kişiyi diğerinden üstün kılan nitelik, düzgün, verimli ve etkin çalışmak, azim ve samimiyetle alın teri dökmek değil mi? Böyle anlatmıyor muyuz çocuklarımıza? Peki, böyle mi inşa olmuş toplumsal sistemimiz, bu değerler üzerine mi dokumuşuz kültürümüzü? Amerika’da yıllarca yaşayan dostlarım, sistemin en güçlü tarafının çalışıp başarı gösteren insanı tercih edici, öne çıkarıcı yön olduğunu söylüyorlar. Biz sağlayabildik mi değerlerle örülü biçimde kendini gösteren emeğin belirleyiciliğini, emaneti ehline vermeyi, rengi, dini, ırkı, mezhebi, meşrebi ne olursa olsun çalışıp başarı göstereni tercih etmeyi, söz konusu ettiğimiz tarzdaki sosyal eylemi toplumsal kurumlarımızın arkhesi kılabildik mi? 
 
Sosyoloji literatüründe, toplumsal yapı analizlerinde, bireyin toplum içinde işgal ettiği konuma, mevkiye sosyal statü adı veriliyor. Sosyal statüler, bireyin doğuştan getirdiği yaş, cinsiyet özelliklerinden kaynaklandığı gibi sonradan bireylerin gayret ve niteliklerinden de kaynaklanabilir. Buna göre, kadın olmak, siyahî olmak, verilmiş statü örneği iken öğretmen, anne, başkan olmak, kazanılmış statülere örnektir. Söz konusu kavramlaştırma, Batı literatüründen çeviri. Her toplumun kendine özgü koşulları, özellikleri söz konusu. Dolayısıyla kavramlar da toplumun dokusunu, başka bir deyişle kavrayışımızı, yaşam tarzımızı  yansıtıyor. Bizde yaşanan farklı olduğu için yaşananın kavramsallaştırılması da farklı oluyor, elbette.
 
Değerli Hocam, bilge insan, Beylü Dikeçliğil’in sözleri geldi aklıma. Şöyle diyordu: “Doğuştan getirilen ve sonradan kazanılan statülere ek olarak ülkemizde bir statü tipi daha var; o da: Lütfedilen statüler.” Herhangi bir emek/gayret/çaba söz konusu olmaksızın bireye ailesinden, mezhebinden, dinsel kimliğinden, bir partiye yakınlığından, çıkar gruplarına üyeliğinden dolayı, ama hak ettiğinden, altında gayret barındırdığından, çalışarak elde ettiğinden değil, bahşedilen toplumsal konumlar bunlar. Hemen herkes yaşamı boyunca sayısız örneğine tanık olmuştur. Bazımız dönemsel olduğuna, bazımız bir partinin tutumu olduğuna, bazımız çıkar birlikteliklerinin tavrına, ama hep bir gerekçeye, bağlamışızdır. Görüyoruz ki ne kadar da yaygın söz konusu bahşedilen, lütfedilen statüler. Bense dile getirilen gerekçe, neden, dönem, mazeret, ne olursa olsun, bağımsız değişkenin, bunlar değil, vaaz ettiğimiz/sürekli dillendirdiğimiz eşitlik, adalet, hak perestlik, emek, çalışma gibi değerleri yaşayacak ve yaşatacak sosyal aktörleri yetiştirememek olduğunu düşünüyorum, elbette çok yönlü ve çeşitli değişkenlerin etkisiyle. 
 
Lütfedilen/bahşedilen statülerin yaygınlığı oranında da meslekler gelişemiyor, meslekler özerk alanlarını inşa edemiyorlar, meslek odaları mesleğin sesi olamıyor, meslekler sivil kodlar üretemiyorlar, meslek etikleri oluşamıyor. Nihaî olarak fonksiyonel anlamda bütünleşme eğilimine de giremiyoruz toplum olarak. 
 
İrili ufaklı iktidarların, Halil İnancık Hoca’nın metaforuyla “patron” un mu demeliydim, güç odaklarının, mensubiyete dayalı olarak hesapsızca dağıttığı statüler, adalet, emeğe saygı, güven gibi toplumsal tutkal görevi gören referans çerçevelerimizi, anlam dünyalarımızı darmadağın ettiği gibi mesleklerin gelişmesinin önünde de pranga oluyor. İşin kötüsü de bu durumun zaman, mekân ve kişilerle ilintili bağlamsal bir gerçeklik göstermeyip siyasal kültürümüzün katmanlarında yer alan yapısallaşmış bir duruma karşılık gelmesi. Tarihselliğinin olması, değişmelere rağmen süregelmesi.
 
Bırakın emeklerimizin karşılığını almayı, tam tersine bir tavırla karşılaştığını dile getirenlerimiz de ne çoktur. Yıllar önce yine değerli bir insan, hocam Vehbi Başer, “Türkiye’de hiçbir başarı cezasız kalmaz” demişti, bu söz kişisel bir görüş olmaktan öte sosyolojik bir gerçeği dile getirmesi bakımından önemliydi. Fukuyama, “Güven, sosyal sermayedir.” diyor. Bu sosyal sermayeden yoksun bir ülkenin insanlarının çalışmaları verimlilik ve üretkenlik doğurur mu?
 
Ekonomiden aileye, hukuktan siyasete kadar tüm toplumsal kurumların aktörleri olarak ilke ve değerleri esas tutabiliyor muyuz? Sorumluyuz, elimizin altında, gözümüzün önünde, olup bitenden, ona göre. 
 
Şair İsmet Özel’in dediği gibi,
 
“Her şey ben yaşarken oldu, bunu bilsin insanlar
ben yaşarken koptu tufan
ben yaşarken yeni baştan yaratıldı kainat”.