DÜNYAYI TELAŞSIZ, RAHAT SEYREDEBİLMEK!

Barış Aygener 05/04/2017 - 16:03:54

Meslekî konumum gereği, uzunca sayılabilecek bir dönemdir, insanları dinliyorum. Bu insanların yaşları değişiyor; bir ergen, bir yetişkin, bir yaşlı. Sosyal konumları değişiyor; kadın, erkek, veli, iş gören, yönetici. Ekonomik profilleri değişiyor; bazen ülkenin sayılı bir vergi rekortmeni oluyor karşımda bazense çocuğunu okutabilmek için çalmadığı kapı bırakmayan bir yoksul bir adam. Sosyo-kültürel donanımları değişiyor; kimi zaman edebiyat, sanat, müzikle iç içe bir yaşam süren entelektüel kimi zamansa asgari görgü ve nezaket kurallarından yoksun biri. Eğitim düzeyleri de değişiyor; bir yanda onlarca kitabı olan, binlerce öğrenciyi yönlendirme konumundaki bir üniversite öğretim üyesi diğer yanda zorunlu eğitimden sonra hiçbir eğitim kurumuna ayağını basmamış bir insan.

Gördüğüm o ki sosyal konumları, ekonomik profilleri, sosyo-kültürel donanımları, eğitim düzeyleri ne olursa olsun büyük çoğunlukta insanlar, dertliler, şikayetçiler, olup biten, kendileri ve çevreleriyle çatışma yaşıyorlar. Duygu ve düşünce dünyaları dalgalı, gerginler, huzurlu ve mutlu değiller, sonuçta tüm dışsal farklılıklara rağmen ruh dünyalarımız ortak. Elbette, çok faktörlü etkileşim ağı içinde yaşam süren insanları etkileyen sayısız değişken var. Türkiye’de yaşıyoruz, yaşam standart ve kalitemiz dünya liginden oldukça uzakta, belirsizliklerin kurumsallaştığı bir toplumsal yapı... Fakat dışsal farklılıklar ve bunları etkileyen sayısız değişken, insanların söz konusu karışık, zaman zaman alt üst olan ruh hallerini açıklamakta etkili bir neden olamıyor. İnsanların huzur ve mutluluk durumlarını, ruhsal dengelerini dışsal değişkenlere bağladığımızda birbirlerini yanlışlayan ve doğrulayan sayısız örnek geliyor insanın zihnine. O halde, her bir değişkenin, ilgili birey, zaman ve mekâna yani bağlama göre ağırlık payı değişebiliyor, yaşayıp görüyoruz.

Diyebiliriz de bu, buz dağının görünen kısmı için geçerli sanırım, buz dağının görünmeyen kısmında ise anlam ve değer dünyalarımız yer alıyor. Anlam, kabul ve değer dünyalarımızın suyun yüzeyinde yer almamaları, her an gözümüzün önünde olmamalarına bakmayın siz. Günlük yaşam içinde fark etmediğimiz bu dünya, nasıl soluyarak oksijen aldığımızı yaşam içinde fark etmiyoruz, buna rağmen yaşamımızı sağlıyorsa, aynı önem ve değere sahip.

 

Bireylere, yaşadıklarımıza, bizi etkileyen onca şeye; inandığımız değerler, yüklediğimiz anlamlar ve kabullerimizle oluşan gerçeklikle bakıyoruz. Anlam, değer, inanç ve kabullerimizle inşa ettiğimiz bu gerçeklik dünyamızla; olup biteni iyi kötü, güzel çirkin, haklı haksız olarak nitelendiriyoruz. Bu mihenk taşı işlevi gören nitelendirmeler, bizi mutlu mutsuz, huzurlu huzursuz, vicdanlı vicdansız yapıyor, başımıza gelenlerle çatışma, didişme halini yaşamamıza neden olduğu gibi onlardan yararlanmamıza, gelişimimiz için maddi manevi güzellikler devşirmemize de neden olabiliyor. 

Bunları düşünürken, Ümit Bulut’un bir sohbetinde dillendirdiği bir anısı geldi aklıma. Şöyle diyor Bulut: “Bahçeli bir evimiz vardı. Bahçeye bir tane söğüt diktik. Bahçıvan işi biliyor; koruma koymamış etrafına söğüdün. Bir gün yine rüzgâr esiyor, ben de pencereden izliyorum. Ağaç gitti gidiyor, kırılacak; o kadar güçlü esiyor rüzgâr. Bilmediğim için kızıyorum bahçıvana, “Bu söğüdün etrafına niye koruma yapmadı?” diye. O, söğüdü biliyor; rüzgâr estikçe eğiliyor söğüt, estikçe eğiliyor, dik durmuyor; eğildikçe de kırılmıyor. Kırılmadıkça rüzgâr onu besliyor. O söğüt, inceyken rüzgâr estikçe eğildi hep, o eğilince rüzgâr onu kırmadı; tam tersi besledi, güçlendirdi, büyüttü. “

İbret ve hikmet almak için baktığımızda çevremizdeki her şey, herkes ve olup bitenler, nasıl da öğretici bir rol üstleniyor. Bizleri de yaşamın rüzgârı güçlendiriyor işte. Yaşam içinde hoşumuza gitmeyen şeyler oluyor, planlarımız sonuçlanmıyor, gayretlerimiz başarıyı getirmiyor, beklemediğimiz şeyler oluyor, beklediklerimiz olmuyor. Bu rüzgâr eserken ve hatta sert bir rüzgar halini almışken, yapılması gereken rüzgâra direnmek mi, diklenmek, savaşmak mı? Bu rüzgârın bize zarar vermeyeceğini sevgi ve güvenle kabul ederek sakinliğimizi korumak ve bu durumu öğrenme ve gelişme fırsatı olarak görmek mümkün mü? Bugün görebiliyor muyuz, geçmişte beğenmediğimiz birçok şeyin bugünkü oluşumuza katkısını? Bulunduğumuz yerin yaşadıklarımızın bizi taşıdığı yer olduğunu fark edebiliyor muyuz? İşte tüm bu tutum ve davranış tercihlerini belirleyen ise anlam, değer, inanç ve kabullerle inşa ettiğimiz gerçeklik dünyamız.

Nazım Hikmet’in 1957’de Pırag’da yazdığı, Son Otobüs adlı şiirinde; “Dünyayı telâşsız, rahat/ seyredebiliyorum artık. “ dizesi,  yaşamı sakince ve güvenle karşılamanın  güzel bir ifadesi olarak belleğimde yer etmiştir. Yine aynı şiirinde yer alan, yaşamı yargılamadan, sorgulamadan kabullenişini dile getirdiği “Hiçbir şeyden şikâyetim yok zaten” mısrası, insanî olgunluğun bir ifadesi değil midir?

Evet, insanları gözlemleyince farklılıkların çokluğu dikkat çekiyor. Ama gözlemin çapını düşürüp daha yakından baktığımızda; ortaklıkları görüyor insan, ister istemez. Huzur ve mutluluğun önündeki zaman ve mekânı aşan ruh durumlarını ve ruh durumlarını belirleyen anlam, değer, inanç ve kabullerin beraberinde getirdiği bilinç halinin farklı yaşayışlara kapı araladığını.