Yaklaşık on yıl önce Ankara’da yemyeşil, bakımlı, büyükçe bir üniversite kampüsünde görev yapıyordum. Öğle yemeği sonrasında, yaz kış demeden, yemekhaneden yanıma üç dört parça ekmek alıp açık havada geziniyordum. Hemen yanı başıma köpekler gelirdi, ekmek dilimlerini irili ufaklı parçalayarak çimlerin üzerine her bir köpeğin yiyebileceği biçimde bırakırdım. Ekmekleri gören güvercinler, kumrular, serçeler de peşi sıra gelirlerdi. Köpekler güvercinleri, güvercinler kumruları kovuyorlar, ben de aklımca, sürekli bir kovalama durumunda buluyordum kendimi. Sonra “Ne karışıyorsun sen?” dedim, kendi kendime. Sonraları ekmek parçalarını çim üzerine bırakıyor; olup biteni, uzak bir yere oturup seyrediyordum. Önce köpekler yiyordu ekmek parçalarını, sonra güvercinler yiyorlar, artık onların yiyemeyeceği duruma gelince güvercinler çekiliyor, kumrular geliyordu. Kumrular karınlarını doyurunca serçeler de gelip toz halindeki parçacıklarla besleniyorlardı.
Olup bitene müdahaleyi bırakınca nasıl da rahatlamıştım, üzerimden yük kalkmıştı. Sonrasında söz konusu deneyimi sosyal alana taşımaya niyetlendim. Bu alan diğer alana benzemiyordu. Susmak, müdahale etmemek, karışmamak, kabullenip teslim olmak, seyretmek o kadar da kolay değildi.
Olaylara, durumlara, ilişkilere, insanlara müdahale etmeyi, kendince değiştirmeyi, kusurlu bulduğunu düzeltmeyi, bozuk bulduğunu onarmayı, iş edinmiş bir “modern insan” olarak ne kadar zorlandım, anlatamam.
Konuşmayı üç dört yılda öğrenmiş ve fakat susmayı onlarca yılda öğrenememiştim, müdahaleyi biliyor kabullenmeyi anlamıyordum, kusurları görüyor üzerini örtemiyordum, yüzeysel ilişkilerden genel önermelere varıyor, bilgi kırıntılarıyla hemen eyleme yöneliyordum. Eylemlerimse kendimi değil dünyayı değiştirmeye odaklıydı. Merkez Efendi’nin, bilge öğretmeninin “Dünyayı sen yaratmış olsaydın, nasıl yaratırdın?” sorusuna verdiği, “Her şey dengede, hiçbir değişiklik yapmazdım, her şeyi merkezinde bırakırdım.” cevabı, kıymık gibi batıyordu. Değiştirilmeliydi değiştirilmesi gerekenler; mümkünse hemen ve tüm boyutlarıyla...
Adeta tüm eğitimim eleştirilerimi, eksik ve kusurlu görmelerimi, müdahalelerimi, karşı çıkışlarımı gerekçelendirmeye yarıyordu. Varlığın özüne varmak adına tüm bu gerekçelendirmeleri, varlığı dıştan kavrayan bilimi, terk etmek, başka bir ifadeyle, Husserl’in dediği gibi “paranteze almak”, bir yol olabilir miydi?
Kendimce testler yapıyordum; müdahalede bulunduğum olayların sonuçlarıyla teslim olup yaşanılanı hoşlukla karşıladığım durumların sonuçlarını karşılaştırıyor, iki tutum karşısındaki halimin psikolojik ve sosyal sonuçlarını değerlendiriyordum. Erzurumlu İbrahim Hakkı’nın “Arif anı seyreyler.” deyişini Merkez Efendi’nin “her şeyin merkezinde, yerli yerinde oluşu”yla birlikte anlamaya çalışıyordum. Öğrenci hazırdı, öğretmen de her an karşısına çıkıyordu; kah örnek bir olayla, kah bir gazetede, kah bir sinema filminde...
Fiziksel yaşamın kendine özgü doğası olduğu gibi sosyal dünyanın da doğası var. Bu doğanın çok katmanlı, iç içe, dinamik ve çoklu dili, teslim olana, kabullenip rıza gösterene açılıyor, diyorlar. Olup biteni yani geçmişi, olacak bitecekleri yani geleceği ve “şimdi ve burada”yı yani “an”da seyrettiklerimizi söz konusu bilinç durumuyla karşılamak, zevk etmek, insanı gereksiz yük ve kaygılardan kurtarıp güven ve huzuru getiriyor, diye anlatıyor yaşayanlar.
Önceden kestirilemez, bilgisine tüm boyutlarıyla tam olarak hakim olamadığımız, fark edemediğimiz bir değişkenle öngörümüzden farklı bir görünüm kazanan sosyal dünyanın serüvenleri söz konusu olduğunda Hz. Ali’ye soruyorlar; “Nasıl bu kadar rahatsın?”. Cevap veriyor; “İki şeyden eminim; Allah’ın takdir ettiğinden ve takdir etmediğinden.” Bu kabulleniş ve güven içinde oluşun insan için en somut karşılığı ise “barış”. Yıllarca kendisiyle, çevresiyle ve toplumla didişmeyi, mücadeleyi kısaca savaşı seçen insanlar için barışın değeri ne büyüktür, bilenler bilir.
İnsan üzerine çalışan bilimler, insanın psikolojik sağlığı için ilk zorunlu koşulun insanın bedeniyle, duygu ve düşünceleriyle ve çevresiyle barışmak olduğunu söylüyorlar. Hakikatin tam kendisi. Aksi de; sürekli yargılayıp eleştirmek, kusur görmek, her şeye, herkese ve her duruma sonu gelmeyen müdahalelerde bulunmak psikolojik olarak işlerin yolunda gitmediğiniz bir kanıtı.
Gerek fiziksel gerekse sosyal yaşamı çepeçevre, barındırdığı renk cümbüşüyle aşkla, gönül hoşluğuyla kucaklamaya ne dersiniz?
O halde, demir alalım, vira vira ...