Asmalı Mescit Sokağı

Erdil Ünsal 10/02/2017 - 10:45:18

İstanbul’da banker, banka, sigorta şirketleri, komisyoncuların ve eğlence merkezlerinin Galata civarından Pera ve Galatasaray civarına taşınmaları Beyoğlu civarına bir hareketlilik ve canlılık getirdiğini çok iyi hatırlıyorum. Buralara canlılık getirenler Yahudi, Rum ve Ermeni kökenli ticaretle uğraşan kişilerdi.
Beyoğlu, 1870 yılında yaşanan büyük yangından sonra ahşap binaların yangına karşı korunması bakımından taş bina olarak yapılması yanında kılık, kıyafet ve bir bütün halinde Türkiye genelinden farklı bir yaşam tarzının yoğunluk kazandığı bir yer olmuştu.
1873 yılında, Haliç semtini Galatasaray-Beyoğlu’na bağlayan raylı tünel açılmıştı. İstanbul’a her gittiğimde Tunel'in İstiklal caddesine bağlanan Tünel girişinde "Asmalı Mescit, sokağında bulunan pasaj içinde eski eşya satıcılarını ve kahvelerini ziyaret etmek bana keyif veriyordu.
1881 yılında açılan bu tarihi taş bina işhanı içinde bulunan pasaj Asmalı Mescit Sokağın başlangıcı idi. Bu işhanının çıkışında yolu dik kesen iki sokak vardı. Birisi Minare diğeri Sofyalı Sokağı. Sofyalı sokağın üstünde Kibele Kahve, Asmalı Mescit sokak devamında Peradox, Agustine kahve yerlerini almışlardı.
1800 yılların başında Alman Konsolosluğu bulunan “Rue de Chancellerie” Konsolosluk sokağının ismi, 1933 yılında diğer sokak isimleri ile birlikte Türkçeleştirilirken bu konsolos sokağı olarak anılan “Rue de Chancellerie” konsolos anlamına gelen “ Şehbender” olmuştu. 1990 yılından sonra zamanın Belediye Başkanı, bu konsolos anlamına gelen “Şehbender” sokak ismini değiştirerek, İslami bir ad olan “Şeyh Bender” yaptı. Asmalı Mescit sokak isminin Şehbender” sokak ismi bir değişime uğramaması, isminin sonundaki “Mescit” kelimesinin bir dinsel simge olmasından kaynaklanıyor olması muhtemeldi.
Asmalı Mescit sokağının Tünel girişinde bulunan bu tarihi bina bir ara 1980 yılında Adliye binası olarak kullanıldı. Sonradan eski haline dönüştürülen tarihi işhanının içinde yer alan kahve ve restoranlarda; Halide Edip Adıvar, Aka Gündüz ve Yahya Kemal Beyatlı gibi tanınmış kişiler, artistler, ressamlar, levanten komisyoncular, tefeciler, pansiyoncular ve devrin ileri gelenleri bir duraklama yaparak kahve veya çaylarını yudumladıkları, kahve restoranların duvarlarında asıl yazı ve resimlerden anlaşılıyordu.
Bu sokakta, meşhur kişiler yanında kâğıt ve kumaş parçaları toplayan yel değirmeni semtinden gelen çingene kadınları da yerlerini alırlardı. Asmalı Mesçit sokağının Tünel girişindeki işhanını iç kısmı yüksek tavanlı üstü cam kubbelerle kapalı çarşısı ile İstanbul’da artan sayıdaki restoranları hariç eskilerin yaşam tarzını hala canlı tutan nadir yerlerden biriydi. Üstünde köpek resimli sahibinin sesi yazılı yandan kurgulu gramofon, taş plak, cam eşya, takı, eski süsü verilmiş biblo satan dükkânlar, otantik kahveler benim için İstanbul’a gidince zevkle gezilecek yerlerin başında geliyordu. Otantik kahvelerde cam kenarında çay veya kahvesini içerken kitap okuyan bir bayan gördüğümde, "O zamanın Kerime Nadir'i, şimdilerin Duygu Asena’sı, Ayşe Kulin’i, Buket Uzuner’i gibi yazarları bu güzel çarşı ve etrafındaki kahvelerde çay veya kahvelerini içerken mi kitaplarını yazmayı planlamışlardı." düşüncesi hep aklıma gelir. Ancak, yazar ve sanatçıların bazılarının birbirleri ile pek geçinemedikleri ve çoğunlukla bu kahvelerde aynı anda farklı masalarda oturarak birbirleri ile az konuşmaya dikkat ettikleri edindiğim bilgiler arasındaydı.
Asmalı Mescit sokağından neden bu kadar çok etkilendiğimi bilmiyorum. Osmanlı eserlerine saygım olduğu kadar Bizans eserlerine de saygım büyüktü. Her geçerken uğradığım, Asmalı Mescit sokağının etrafının gün ve gün, eski İstanbul yaşantısının otantik havasını az çok koruyan yerlerden biri olmaktan uzaklaştığını, asmalar gitmiş de isminin sonunda bulunan “mescit” kelimesine dokunulmamış olması içimi burktu. Beyoğlu’nda tarihi sinema salonlarının, pastanelerin, taş işhanı binaların yavaş yavaş kaybolduğu yerleri burada daha fazla saymak istemiyorum. Eskiyi tahrip etmenin içinde bulunduğumuz tutuculuğun bir habercisi olması maalesef ortaya çıkmış durumda. Bu sokağın eskiden o şapkalı uzun giysiler içinde dolaşan bayanları ve smokin giymiş gibi şık koyu renkli 5 düğme kruvaze ceketli, mendilinden fularına kadar bir set halinde elinde bastonu başında fesi ile turlayan direkler arasının İstanbul efendilerini çağrıştırdığını düşünürüm. Sanki o devirde ben de yaşamışım gibi o eski dükkânlar ve kahveler beni de içine alır ve derinlere götürür. 1955’in 6-7 Eylül gecesi 3-5 gün içinde yaşanmış olan geniş çaplı tahrip olayları bu dönemin bitiş noktasıdır. Çünkü hiçbir devlet güvencesinin kalmadığı o gece yaşanan tecrübe ile Beyoğlu'nun semte rengini veren Rumlar ve yabancı nüfus şehirden ve bölgeden ayrılmaya başladılar. Ne yazık ki artık ne Beyoğlu ne Taksim ne de tarihi sokak ve binalar bize eski İstanbul’u Rum ve Ermeni Levanten vatandaşlarımızın kültürünü, neşesini, giyimini, hoş sohbetini hatta; bir Türk’ten daha çok İstanbul’u nasıl sevdiklerini değil de sanki kapalı bir Arap kentini bize aksettiriyor. Bir arkadaş geçenlerde Beyoğlu İstiklal caddesinin şimdi içinde bulunduğu durumu ironik bir şekilde şöyle özetledi. “Bir adres soracağım Türkçe bilen birine rastlayamadım.”
Sahne ve sinema oyuncusu Uğur Yücel'in " 1950 de İstanbul’da doğmak değil ölmek isterdim" dediği gibi aşırı göç nedeniyle nüfus artışı TOKİ kentsel dönüşümü ne yazık ki İstanbul’un tabiatını ve tarihini mahvetmiş olmasına karşın, yine de İstanbul’un bazı yerleri hala görülmeye ayakta kalmaya direnen değerli sanat eserleri ile iç içe olmasıyla mutlu kalmaya gayret edeceğiz.