ASIL HİKAYEYİ FARK ETMEK

Barış Aygener 06/12/2016 - 09:35:44

Sahne sanatçılarında “sahne tozunu özlemek” diye bir tabir vardır ki tatlı bir bağımlılığı anlatır. Kısa bir zaman bile olsa, sahne almamış sanatçılar, bir gerilim içinde olurlar, bu gerilimleri sahne almadan geçmez bir türlü. “Sınıf havasını solumak” da benzer bir duyguyu anlatıyor sanırım. Ne zaman nedensiz bir iç gerilimim olsa sınıfa koşarım, sınıf havasını solumanın şifa verdiğine inanarak. Çocuk ve gençlerin enerjileri iyi gelir; dünyanın sıkıştırdığı ruhuma. Öğrencilerimin de, çok şükür, beni gördüklerinde gözlerinin ışıdığını görürüm. Ders öğretmenlerinden farklı olarak, programlarının dışında, sınıfa psikolojik danışmanın gelmesini bir nedene bağlamak isterler. “Çağırdınız geldim işte. Evet, dinliyorum.” der ve dikkatimi sözlerine veririm. Ne çok şeyi  dillendirirler; farklılıkları dikkate almayan katı ve kuralcı eğitim ortamı, keyifsizce, adeta tahammül içinde tamamlanan ders saatleri, acımasız seçme sınavları, anne ve babalar, öğretmenler aracılığıyla sürekli dışarıdan motive edilmenin beraberinde getirdiği öğrenilmiş çaresizlik, müfredatı yetiştirme kaygısıyla görülemeyen öğrencilik, daha da önemlisi çocukluk ve gençlik durumları...

Bir süre sonra da duygularını dile getirirler. Duyulmamış, önemsenip dikkate alınmamış ve hatta örselenmiş duygularını...

Duygular hesaba katılmadan, anne baba çocuk ilişkisinden öğretmen öğrenci ilişkisine,  karı koca ilişkisinden işveren işgören ilişkisine, amir memur ilişkisinden satıcı müşteri ilişkisine, hiçbir ilişkinin sağlıklı olmayacağını görebiliyoruz. Derin ve vefalı ilişkilerin küçücük duygusal dokunuşlarla kıvılcım aldığına tanıklık etmişizdir. İlişkileri duyguların damaklarda bıraktığı lezzeti bilerek yaşamak ne değerli. Bunun değerini ise ancak yaşayanlar bilebilir.

Zaten öteden beri, bir insanın kendisi için en özel taraf olan, hatta çoğu zaman bedeninden de özel olabilen, duygularını, iç dünyasını başka bir insanla paylaşmasının değerini teslim ederim. Çoğu zaman, danışan bir çocuk, genç ve yetişkin fark etmez, görüşme sonunda teşekkür ederim; benimle kendisi için en özel taraf olan iç dünyasını paylaştığı için. Değerli olduğunu hissettirmek, sadece mesleki olarak değil insani olarak da bir görev bence.

Sınıfta sohbet ederken, oyun oynarken beraberce bir dünya kurarız öğrencilerle, aramızda kalmak üzere. Dillendirilmeyenler dile gelir, saklananlar açığa vurulur. Sınıftan çıktığımda kendimi ferahlamış hissederim. Yıllarca benzer özel duyguları yaşayan öğretmenlerin soluklarında bu sınıf havasının özel esintisini hissederim. Geçen akşam, meslekte 40 yılını dolduran saygıdeğer insan, Bahriye Akdoğan Öğretmen’de de bu esinti yüzüme çarptı. Bu ne güzel bir çoğalma, zenginleşme, yaşlanma...

Ne kadar şey öğrenir insan, sınıfta, sınıftan. Geriye dönüp baktığımda, en çok kenarda kalan ya da hep göz önünde olmak isteyen, söz almayan ya da hiç susmayan, çoğu zaman öğretmenlerce yaramaz, tembel diye etiketlenen öğrencilerden öğrendiğimi görüyorum. Öğrencilerin bu biçimde attıkları insani çığlıkları duyarak çoğalıp zenginleşiyor insan. Ben mi onlara öğretmenlik, danışmanlık yaptım, onlar mı bana?

Bu tarz öğrencilere rastlayınca Oktay Akbal’ın 1964’te kaleme aldığı Şair Dostlarım’da Sait Faik ile yaşadığı bir anı gelir aklıma. Şöyle söylüyor Akbal, “Bir bahar günü Sait Faik ve Orhan Veli ile birlikte yaptığımız bir Boğaz gezintisini anımsıyorum. Üsküdar’dan Beykoz’a kadar her iskelede Sait beni sınava çekmişti: ‘Şu iskeleyi anlatmak gerekse neresinden başlarsın?’ Anadoluhisarı İskelesi’nin yanında küçük bir kahve vardır. ‘Haydi’ dedi, ‘mademki hikâyecisin, şu kahvede ilk gözüne çarpan nedir, söyle bakalım?’ Baktım üç dört kişi oturmuş, kâğıt oynuyor, kahve içiyor, duvarda birtakım basma resimler… İran şahının, Atatürk’le resmi falan. ‘Bu resimleri belirtirim’ dedim. Kızdı birden, ‘Ulan!’ dedi, ‘o kenarda tek başına oturan ihtiyar sakallı var ya? İşte asıl hikâye o be? ”

Yaşarken asıl hikâyeleri kaçırmamak arzusuyla...