ABD Başkanı Donald Trump küresel siyasetin hiç alışık olmadığı bir Başkan profili çizmekte. Bu radikal rolün kavramsal açıklaması popülizmin geldiği son durum ve daha önceki yazılarımda değindiğim ve Türkçesini gerçeklik sonrası olarak açıklamaya çalıştığım “doğru olmayanın gerçek olarak anlatma” siyasetinin son ve en etkili örneği oluyor Başkan Trump. Son aldığı karar da kutsal şehir Kudüs’ü İsrail’in başkenti olarak kabul etmesi oldu. Orta Doğu halklarının ve özellikle Filistinlilerin yaşadığı sıkıntılar sanki yeterli değilmiş gibi bu atılan adım maalesef Filistinlileri, bölgede yaşayan diğer halkları ve hatta İsraillileri de çok zor durumlara sürükleyecek bir adımdır. Orta Doğu’da yakın gelecek içinde bir istikrarın oluşmasının ihtimallerini dahi ortadan kaldıran bir adımdır.
Kuşkusuz kararın arkasında her iki ülke iç siyasetinde gündemi değiştirme amacı yer almakta. ABD’de Başkan Trump’a varan iddiaları içinde barındıran soruşturmalar (seçim öncesi ve süresince Rusya ile olan ilişkisi) ve İsrail’de Benjamin Netenyahu hakkında eşi nedeniyle devam eden yolsuzluk soruşturmaları artık bu alınan kararla gündem hiyerarşisi içerisinde daha az yer edinecek. Ancak bu kadar ciddi sonuçları olabilecek bir karar salt gündem değiştirmekle de açıklamamız konuyu çok basitleştirir. ABD’de yer alan Yahudi lobisi ve Evangelistlerin seçim kampanyasında Trump’a olan destekleri gibi birçok farklı etken de kararın Trump tarafından alınmasına yol açan unsurlardan bazıları. Bu karar aslında kendi içerisinde hem belli bir “basitliği” ve “devlet aklı” noksanlığını barındırmakla birlikte ABD iç siyasetinin “derin devlet” labirentlerinde de belli bir karşılığı olan bir karardır. Konu çok derin olduğu için buraları pek uzatmadan Kudüs’ün ABD tarafından İsrail devletinin başkenti kabul edilmesinin sonuçlarına değinelim.
Öncelikle artık bu karar ile birlikte makul, işleyen düzgün bir barışın sağlanması ne yazık ki bölge için pek mümkün olamayacak. Karar kuşkuya yer bırakmayacak şekilde uluslararası hukuka da aykırı bir durumdur. Bu aykırılıkla birlikte aslında İsrail devletinin uluslararası hukuku ihlal etmesi için ayrı motive edici bir durumla karşı karşıyayız. Durumun geldiği bu noktada barışın sağlanabilmesi ve adil şekilde işleyen bir yapının oluşması çok güçtür. Yapılması gereken -ki ne kadar yapılabilir?- İsrail üzerinde baskı oluşturmaktır. Barışı konuşmaktan ve müzakere etmekten önce İsrail’i uluslararası hukukun çizdiği çerçevenin içine sokmak atılacak ilk adım olmalıdır. Karara dünyadan verilen tepki kendi içerisinde bu fırsatı oluşturabilecek potansiyeli barındırmaktadır. ABD bu kararla birlikte Arap-İsrail barış sürecindeki “arabulucu” rolünü de kaybederek bizzat konunun tarafı olmuştur.
Bu fırsatla birlikte artık burada dünyanın farkına varması gereken durum bulunacak bir aranın olmamasıdır. BM güvenlik konseyinde Kudüs’ün statüsü ile ilgili bugüne kadar yedi karar çıkmıştır. ABD, BM Güvenlik Konseyi üyesiyken bu yedi karar nasıl çıkmıştır sorusunun cevabı ABD’nin sorunun ve barış sürecinin başlamasından bu yana edindiği “arabulucu” rolünün verdiği rol ile bağlantılıdır.
İşte, Trump’ın bir devlet adamı olmamasından dolayı aldığı karar İsrail-Filistin sorunu ve barış süreci tarihinin atılmış en kötü adımlarından biri olarak tarihe geçecektir.